Künyede Kalan Hayal
Gün doğarken ufukta yepyeni bir can taşıyordu elinde, karanlığın derin sırrı unutulup giderken canlanıyordu ümitler yeniden. Günün ilk ışıklarından birkaç saat sonra duyuldu tramvayın acı zili. Kiremit Sokak sakinleri durakta çoktan yerini almıştı. Hala uyanamayanlar tramvayın ziliyle aniden irkilerek hangi koltuğa çabucak yerleşmeleri gerektiğini anımsadı. Bu kısacık duraksamayla beraber açılacak kapının yakınına yaklaşma isteği avına sinsice yaklaşan bir sırtlanı andırıyordu. Okullu çocuklar yaşça kendilerinden büyükleri görmezden geliyor, okul yolculuklarını uyuyarak geçirmek istiyorlardı.
Vatmanı zorunluluk olan tramvay durakta
yerini aldı. Saat sekizi beş geçiyordu. Yağmur vardı Kiremit Sokak’ta ve insan
gözünün alabildiği her yerde. Heyecanı gözünden okunan Hikmet de oradaydı.
Gayet şık paltosundan jilet gibi ütülü gömleği çevresindekilere günaydın
dercesine belli oluyordu. Görevli olduğu fakülte hastanesinden iki durak önce
tramvaydan indi.
Sokağın başından yeknesak adımlarla
ilerliyordu Hikmet. Bir eylül serinliğiydi sırtındaki. Kafasında ise sürekli
kendini tekrar eden sorular. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite… Üniversiteyi
dört senede bitiren arkadaşları, onunsa altı yıllık macerası. Üzerine uzmanlık
eğitimi derken orta yaşlı bir birey olmuş çıkmıştı işte. Ne zaman kafasında bu
süreç canlansa arada girdiği onlarca sınavın sıkıntısı binerdi omuzlarına. Ne
yapacağım? Başarabilecek miyim? Acaba beni sevecekler mi? Düşüne düşüne tüketti
yolu, yol boyu stres küründen sonra daldı içeri. Hikmet bir hekim değil de
muayene olacağı odayı sakince arayan bir hasta gibi dolaşmaya koyuldu. İçinden
böylesine telaşsız bir hasta olamaz diye geçirdi, görevli olmadığını
kestirebildiği birkaç kişiye öylesine sorular sordu.
Hiç kimseyle tanışmadan gereksiz sorularla
geldi polikliniğine, isimliği çıkarılmış odanın kapısından girdi. Burası onun
odası olmalıydı. Ya da isimsiz doktorların ortaklaşa kullandığı bir oda.
Kapıdan girer girmez karşısında bir pencere hemen önünde bir masa yanı başında
sedye ile paravan, kapının hemen sağında ufak bir lavabo, solunda ise üstü
raflı altı iki kapaklı dolap ve daha küçük bir masa. Duvarda Atatürk’ün kendi
imzasıyla ‘‘Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.’’ yazısı ve her zamanki mavi
gözleri çakmak çakmak fotoğrafı. Bazı çıkarılmış çercevelerin izleri, kimi
fişler, bilgilendirici yazılar. Ama en ilginci yerdeki solmuş karanfiller.
Kapının arka yüzünde ise bir fotoğraf ve siyah kurdele.
Dondu kaldı o an Hikmet, gel de otur şimdi
bu masaya diye mırıldandı. Dikti gözünü duvara peki hekimleri kime emanet
edeceğiz dedi çok sessiz ama acı acı bağıran bir çığlıkla.
***
Üç ay geçti geçmedi, polikliniğinde sevilen
biri oluverdi Hikmet. Hastanenin en güzel katı burası olmalıydı. Pencereleri
deniz gören odalardan şifa dağıtırdı hekimler. Yardımsever Elif Hanım, dediğim
dedik Ahmet Bey ve ağırbaşlı Hikmet paylaşıyor odaları. Elif, Hikmet’in hemen
yanı başında onun en sevdiği arkadaşı. Her sıkıştığı sorunun cevabı onda yani
onda olmak zorunda çünkü ilk geldiği zamanlarda Ahmet Bey’e sorduğu sorunun
cevabını hala alabilmiş değil. Ahmet Bey hep meşgul. Onun odasına girebilmek
dahi mümkün değil. Sabah ezanıyla hastalar odasının önünde kuyruk oluşturuyor, meslektaşlarının
bile odaya girmesine müsaade etmiyor.
Hikmet şimdilerde çok tanınmıyor yalnız diğer
arkadaşları izindeyken hastaları bol oluyor. O günleri iple çeken Hikmet
raporlu ilaçları yazmanın keyfine doyamıyor, günler öncesinden kaşesini
yeniletiyor. İsminin vurgusunu beğenmeyip yazı stilini, kalınlığını değiştiriyor
altını çizdiriyor. O günlerde hastaneye daha bir keyifli geliyor. Hastane kapısından
alı al moru mor yanakları, rengi kar beyaz ütülü önlüğü, yüzünde gülücükleri ile
giriyor. İlle de Ahmet Bey’e soralım diyen hastalarını kırmıyor. Yazlığında
torun seven Ahmet Bey’i torununa ce-e diyeceği sırada arayarak çocuğu, e
hecesini duymasından mahrum bırakıyor. Ahmet Bey’in dediğim dedik talimatlarını
bir güzel kaşeleyip ağzı kulaklarını iki metre geçen hastalarını kapıya kadar yolcu
ediyor. Hastaların çocuklarına şeker ikram ediyor, yaşlıların sıkıntılarını
uzun uzun dinliyor. Arada bir Elif’i çağırıyor, ona danışıyor. İşten onunla
çıkıyor. Öğle yemeğinde beraber “Ne yiyebiliriz?” sorusunu sabırsızca
düşünüyordu Hikmet.
Diğerlerinden farklıydı Elif. Hikmet’in
uzun düşüncelerinin başrolüydü. Çok anlayışlı gayet kibar, idealist, ayakları
üzerinde durmayı bilen biriydi. Hikmet, Elif’in dikkatini çekebilmek için
sabahları odasına gidiyor önceden odacıdan rica ederek onun masasına
bıraktırttığı gazeteleri sanki hiç bilmiyormuş gibi soruyor, çok pahalı
parfümünün neredeyse yarım şişesini üzerine sıktığı için Elif’in dikkatini bir
şekilde çekmeyi başarıyordu. Henüz Elif’e açılamayan Hikmet çevresine ne
diyeceğini düşünüyordu. Şimdiden karşılaşacağı bakışların tahminini yapıp doktorların
hep doktorlarla evlenmesi tuhaf durumunu gülümseyerek anımsadı. Onu en çok
anlayanın, içinde türlü olayların döndüğü bu hastanede yaşadığı her saniyeyi
ama her saniyeyi en iyi bilenin o olduğunu bir anlatabilse. Bu gibi fikirlerle
tüketti koca bir günü, hayatını insanları yaşatmaya adamış Hikmet, artık bir
kalpte sonsuza kadar yaşamanın hayaliyle çıktı hastanenin kapısından.
***
Görev aldığından beri Hikmet’in telefonları
daha sık çalıyordu artık. Bayramdan bayrama görüştüğü akrabaları dahi muayene
sırası istiyordu. Sıra isteseler yine iyi sıranın ötesi bir durumu, el kol
sallayarak şu saatte şu planlarından sonra şu planlarından önce muayene olmak
istediklerini ve üstelik ondan da değil Ahmet Bey’den randevu alabilir misin
türevi isteklerini Hikmet’e bir güzel ve hiç çekinmeden uzun uzun anlatıyorlardı.
Makinelere eziyet testlerinin fotoğraflarını Hikmet’in telefon galerisini ve
beynini sürekli meşgul edecek şekilde günün herhangi bir saatinde yolluyorlardı.
Ama yardımsever bizim Hikmet seviyor mesleğini, kırıyor boynunu. Herkese ve her
şeye yetişmeye kimi zaman yaranmaya çalışıyor. Öyle bir zaman geliyor ki
birinin bir işini yapamadığında dünyanın en saygısız kişisi oluyor Hikmet. O
zaman kaynar sular başından boşanıyor, o zaman anlıyor dünyanın kaç bucak
olduğunu ama iş işten birkaç kilometre ötede.
***
Gece saat üçte telefon sesiyle uyandı
Hikmet, Elif arıyordu. Acile getirilen bir hasta için onu aramışlar hemen
hastaneye gitmesi gerekiyordu. Elif yola çıkmış olayın vahametini düşünürken
Hikmet’e de haber vermişti, geçerken onu da aldı. Kimi arabaları sollayarak
kimi kamyonları sağlayarak ışıklarda hiç durmadan kentin uyuduğu saatlerde
hastane kapısına geldiler. Koşa koşa girdikleri acilden dumura uğrayarak
çıktılar. Ne acil hasta vardı ne bir telaş. Acil personeli olağan gecelerinden
birini yaşıyordu. Elif’i arayan bulunamadı. Meğer Elif’i uyandıran geçen sene
çalıştığı hastanenin ilgili personeliydi. Gecenin o saatinde rehberindeki kişiyi
karıştırmıştı. O gece icapçı olan Elif zaten bir telefon ile asker olacağını
bildiği için soluğu yolda almıştı. İki arkadaş olarak girdikleri hastaneden
tuhaf gülüşlerle paltolarına ve birbirlerine sarılarak çıktılar. Bir yanlış
telefon bir doğru birlikteliğe sebep olmuştu. Hikmet, Elif’i yere göğe
sığdıramıyor her an her dakika onunla olmak istiyordu.
***
Kiremit Sokak’ta sabahları yüzü gülen tek
kişiydi Hikmet. Durakta soğuktan elleri titreyen simitçiye her zamanki gibi
gülümsüyor, tezgahında kalan son simitleri de alarak onu evine yollayan uğurlu
müşterisi oluyordu. Vatmanı aşk olan tramvay Hikmet’in kalbinin içinden
geçiyordu artık. Her zamanki gibi görüp görebildiği hizmetli personele selam
verdi. Onlarla sohbet etti, şakalaştı. Tedavinin ameliyat masasından ibaret
olmadığını ve gün boyu reçete yazmanın iyi bir hekimlik olmayacağını biliyordu.
Hikmet soluğu odasında aldı. İlk sıradaki hastanın dehşet verici tahlil
sonuçlarına baktığında sanki tereyağlı kebaplara, çeşit çeşit hamur işlerine, bol
şerbetli baklavalara karşı konuştuğunu düşündü. Hastasına alması gereken öğünü büyük
bir sabırla ve tane tane anlatarak sürdürdü. Çeşitli kibrit kutularının hastasının
yemesi gerekli peynir boyutuna ne denli yakıştığını yer yer bıyık altından
gülümseyerek aktardı. Hikmet’in anlattıklarını sonuna kadar dinleyen hasta
kendinden emin gayet tok bir sesle sordu,
— Doktorcuğum bu
anlattıklarını yemekten önce mi yiyeceğim sonra mı ?
Ciddiyetini bozmamakta direnen Hikmet,
hastanın şaka yollu diyeti bozma hamlesini savuşturdu. Kotarabildiğimiz kadarı
kârdır diyerek konuyu önceki muayenede binbir güçlükle bırakılması gerektiği
anlatılan sigaranın, yoğun ısrarla dört paketten bire düşürülmesindeki
anlaşmaya getirdi. Hasta tekrar kendinden emin fakat yüzündeki tebessümü de
saklamayarak Fransa’dan sipariş ettiği ellilik gauloies sigara paketini
çıkardı.
— Gördüğünüz gibi doktorcuğum yalnızca
bir paket.
diyerek ciğerlerine
eziyet ütü boyut paketi masanın üstüne bıraktı. Hikmet odadaki lakayıt durumu
biraz daha ciddileştirmek için “Sizde gizli şeker var gerekli tedbirleri
almalısınız yoksa kötü sonuçları olabilir,” dedi. Hemen ardından hasta ayağa
kalkıp Hikmet’in kulağına fısıldayarak “Ne kadar gizli hocam.” deyince Hikmet
hastayı sekretere emanet ederek bir sigara boyu yol aldı.
Odaya döndüğünde önceki hastanın gittiğini
anladı bir an sevinmişti ki girer girmez kronik alkolik bir diğer hastasını
gördü. Med-cezir halinde aylardır sürüp giden bir içki sigara paneline
cesaretle adım attı Hikmet. Bugün zor bir gün dedi içinden. Elinde ispirto
şişesiyle her ay başı geceyi acilde geçiren ertesi gün elleri kelepçeli muayeneye
gelen hastasını tanımamak mümkün müydü. Yine hariçten gazel okumaya başladı
kronik ispirto sever, yaşamayı ne denli sevdiğinden bahsetti. Tam sırası dedi
Hikmet,
— İçkiyi
sigarayı bırak daha uzun yaşarsın hem buralarda da vakit kaybetmezsin.
Ağlayan bir çocuk gibi baktı
güvenliği gayet yoran adam,
— İçkiyi
sigarayı bırakırsam sen bana uzun yaşayacağımın garantisini verebilir misin ?
Hikmet bir an duraladı, sekreterine baktı,
güvenlik Hikmet’e baktı ispirto sever adam duvardaki saate baktı. Sekreter
güvenliğe bakacakken gayet durmuş zaman Hikmet’in şu cümlesiyle son buldu.
— Sen
içkiyi, sigarayı bırakırsan günler sana öyle uzun gelir, ömür öyle uzun gelir
ki…
***
Uzun zamandır yemeğe çıktıkları
karşılaştıkları her ilginç vakayı beraber paylaştıkları Elif’le hayatını da birleştirmek
isteyen Hikmet, yaklaşan 14 Mart’ı bir fırsat olarak gördü. O akşamki
resepsiyonda evlilik teklifini yapacak belki de arkadaşlarının güzel
alkışlarıyla unutulmaz bir gece yaşayacaktı.
Nihayet beklenen zaman geldi. O akşam kana
bulanmış ameliyathanelerden çıkan mucize kurtarıcılar, birbirlerinden şık bir
halde toplanmıştı. Hepsi içten içe biliyordu ki dünyada örneğine pek az
rastlanılan bu tıp bayramı, ülkelerine yakışan çok manidar bir gündü. Yurt
dışındaki meslektaşları zaten her günü bayram olarak yaşadıkları için bu çok
özel günde gönderilen tebrik mesajlarını kahkahalarla karşılıyorlardı. Geceye
damgasına vuran ilk olay Ahmet Bey’in Sivas olaylarında Aziz Nesin’e giydirilen
hekim önlüğünün o gece hastanede Nesin’in hayatını kurtarması fakat ne yazık ki
bugün aynı önlüğün hiçbir itibarının kalmayarak hekimlerin kendisini dahi
koruyamadığı gerçeğini haykırmasıydı. “Evet biliyoruz hakkımızı ödemeyecekler o
yüzden de kıyamete kadar biz hekimlerin hakkı ödenmez,” dedi ve kürsüden indi. Çok
alkışlı bitti Ahmet Bey’in konuşması, duygu dolu anlar yaşandı çünkü arkasına
yansıtılan sunumda geçen yıl kaybettikleri dostu Erol Bey’in onları selamlayan
fotoğrafı vardı. Hikmet’in odasının eski sahibi uzaktan gülümsüyordu
arkadaşlarına…
Hikmet dostlarına seslendi, “İyi ki bugünün
adı bayram”. Artık kimse sevinemiyordu böyle günlerde herkes her geçen gün
eksilen meslektaşlarını anımsıyor ya da başlarına gelen pişmiş tavuğu hayrete
düşüren olayları konuşuyordu. Yemek faslında Hikmet’in yüzükleri çıkartıp
evlenme teklifi yapması ise gecenin seyrini değiştiren ikinci olay oldu.
Elif’in büyük bir heyecanla evet demesinin ardından eğlenceli müzikler küçük
bir nişan törenini anımsatıyordu. Ahmet Bey’in kızımıza iyi bak serzenişleri
ile sürdü eğlence. Herkes birbirini çok seviyordu. Koca bir kenti iyi eden
insanlar birbirlerini de iyi etmeyi başarabilmişti. Hikmet’in, Elif’i eve
bırakmasıyla son buldu gece.
***
Hikmet o gün odasındaki dolabın raflarında
bir defter buldu. Çok güzel ciltlenmiş, üstünde renk renk işlemeleri olan aç
beni diye Hikmet’in gözlerinin içine bakan bir defter. İlk sayfasında çok güzel
harflerle Erol yazısı. Hikmet duraladı. Unvanlarını saymaya kalksa akşamı
edeceği Erol Bey’in defteri yalnız erol
diye mi başlıyordu ? Başladı okumaya,
“
Çıplak ayaklarıyla bu toprağa basan çocuk benim
Yalnız
insan olmaya geldim
Hiçbir
ışık aydınlatamaz yürüdüğüm karanlığı
İnsanların
kalbinde yüzerim
Beni
mahcup etmeyen dalgıç ellerim ’’
sayfaları karıştırdıkça
yutkunmaya başladı Hikmet. Muntazaman günlük tutan Erol Bey kimi günleri
şiirlerle bezemiş kimi günlerini uzun uzun yazmış, yazdıkça ağlamış, ağlamış ki
mürekkebi sayfayı kaplamış. Erol Bey benliğini hall-i hamur eylemiş bu
sayfalara akıtmış.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
24
Temmuz /1974
“
radyoda mahzuni türküsüyle iniyorum dağ köyünün yamacından
gözümü ne yana dönsem beyaz bembeyaz
tertemiz
tıpkı bu köyün insanları gibi
bir lokma ekmeğini helal tülbentlerine sarıp
hekimlerine getiren
fakirliğe ve çaresizliğe muhtaç edilmiş bu
köyün apak insanları gibi ”
Sevgili anneciğim,
Postaların kesilmesi
sebebiyle sana yazacağım mektubumu defterime yazıyorum geldiğimde beraber
okuruz artık. Bu mektubu sana petrol lambasının yorgun ışığında yazıyorum. Üzgünüm
bu köye elektrik hala ulaşmadı hatlar daima onarımda. Benim durumum petrol
lambasından farksız değil epey yorgunum ama her gittiğim yerde el üstünde
tutuluyorum. İnsanlar doktor lafını duyduğunda dizlerini dövüyorlar. Evlerinden
çocuklarını çağırıp “Bak oğlum bu gördüğün tohdurdur öp bakim elini,” diyorlar.
Haftada üç kez gelen kaptıkaçtı, gazeteleri köy kahvesine fırlatıyor da
memleketten haberimiz oluyor.
Köydeki ebe kadınsa hala doğumlara
girmemdeki en büyük engel. Ebe kadın komşu köyde bir doğumda iken gebe gelini
sancılanmış. Kadıncağız ölüyor sancılarından, bağırtısı tüm köyü kapladı. Ebe
kadına haber götürmeye gittiler dayanamadım, “Sanırım yetişemeyecekler bırakın
doğurtayım ikisi de ölecek lütfen,” diye yalvardım. İzin verdiler kadının en
yakınları ile birlikte kocasının gözetiminde doğurttum, çok korktum ama
başardım. Ellerimin arasında bir can atıyordu. Kadıncağız da rahatladı. Ebe
kadının torununun adı Erol oldu. Köye döndüğünde gördüklerine çok şaşırdı.
İnanmayacaksın ama buralarda görülmüş şey değil, artık doğumlara ebe kadınla
beraber gidiyoruz. Ondan çok şey öğrendim. Bu mucize kadınla kordonuna dolanmış
bir yavruyu dahi kurtardık.
Geçen hafta da uçuktan kırılan köylüyü bu
illetten kurtardığımda imam efendi neredeyse cuma günü beni de hutbeye
çıkaracaktı. Sanırım burada ermişten öte bir konuma geldim. Biz sadece şehirden
değil bu kainattan da çok uzak bir yerdeyiz.
Geçenlerde azalardan Mehmet Amca küçük
tuvaletinden muzdarip olduğunu söyledi. Ona yarın gelecek kaptıkaçtıyla
vilayete gitmemiz gerektiğini söyledim. Güç bela attık kendimizi kaptıkaçtıya, sanki
hareket etmiyoruz da rüzgar bizi sürüklüyor. Hemen gazetelere el attım. Mehmet
Amca’nın oğlu Mersin’de asker, Kıbrıs olaylarından dolayı askerliği uzamış
devamlı ona mektup yazdırıyor. Hastane’ye vardık, Bevliye uzmanı çok iyi yaptığımı,
amcanın mikrop kapmış olabileceğini söyledi. Mehmet Amca’ya test için yapması
gerekeni söyleyip numune kabını verdi. Mehmet Amca duraksadı. Aldı eline kabı, attı
çantasına. Çantasından kocaman sapsarı bir şaşal çıkardı. “Ben gettüm oğlum,
Hikmet bana tembihledi,” dedi. Doktor beyle gülmekten dağıldık. İlahi Mehmet Amca
süt de getirmiş, doktor beye hediye…
Geceyi hastanedeki odada geçirdim. Mehmet
amca bir akrabasında kaldı. İki gün sonra kaptıkaçtıya binmek üzere buluştuk.
Ah anneciğim binmez olsaydım keşke. Dev bir manşet, “Mehmetçik Kıbrıs’ta’’.
Gazeteyi Mehmet Amca’ya okuyup okumamakta tereddüt ettim, oğlu Kıbrıs’ta şehit
düşmüş ben bu haberi nasıl veririm. Ya Mehmet Amca’ya bir şey olursa, gözlerimi
uzun uzun dikince Mehmet Amca gazeteye uzandı. Oğlunun resmini görünce havalara
uçtu. “Oğlum gazatalara çıkmış,” diye avaz avaz bağırmaya başladı. “Söyle,
söyle oku kaçta inmişler adaya,” dedi. “Kaç adam haklamış oku”.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
16
Eylül / 2012
Fakülte hastanesinde denize bakan
odamdayım. Bu akademik yılın da açılış konuşmasını yaptım. Sanırım iyice
ihtiyar bir adam oldum. Cümlelerim gözyaşlarım ile noktalanır oldu. Bugün
önlüklerini giydirdiğim çocukların yüzüne dikkatli dikkatli baktım. Bir tanesi
kapıdan girerken bana çarpıp yüzüme de şöyle bir bakıp yoluna devam etmişti.
Sahnede beni görünce çekindi. Ders yılına böyle başlamak istemezdim. İhtiyar
oldum diyorum ya bu hissi bana veren bu eski defterim. Buraya yazdıklarımı
bilgisayara geçiyorum. Burada boş bir sayfa bulmak duygulandırdı. İşte
kıyıyorum bu sayfaya ve yazıyorum. Yıllar önce Mehmet Amca’nın şehit düşen
oğlunu yazarken onun oğluyla yaşıt yirmi dördünde idealist bir köy hekimiydim.
O köylere vardığında o ölü insanları canlandırmak isteyen genç bir adam. Anneme
atamadığım mektubu buraya kalem almışım, neden kesmişim belki de çok
duygulandım. Mehmet Amca ile köye döndükten günler sonra köye askerler
gelmişti. Vali de aralarındaydı. Vali bey tok bir sesle gürledi. “Söyle Mehmet
Amca söyle, ne istersin devletinden”. Mehmet Amca ağlamaklı konuştu. “Bir
sağlık ocağı isterim ama teçhizatlı Vali Bey, tohdur Erol’a...”
Şimdi Mehmet Amca’lar çok çok azaldı. Geçen
gün bir yumruk yedim. Altmış ikinci yaş hediyesi sanırım. İçeri zorla girmeye
çalışan bir hasta tarafından tarafıma hediye. Ahmet olmasa dövecekti beni, nereye
gidiyor bu gemi anlamadım ki. Ne yazık ki benim bunlarla uğraşacak vaktim yok.
Acaba Nuh peygamber dünyanın bu hale geleceğini bilseydi batırır mıydı gemisini?
Her şeye rağmen yaşamak, üretmekse çok çok güzel. Aldığım dönütler,
hastalarımın gözlerinin içinin gülmesi bana mutluluk veriyor. Bu arada o köyde
doğan Erol bebeğin tıp fakültesini kazandığını yıllar sonra öğrendim. Şimdi kim
bilir nerededir ?
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hikmet, Erol Bey’in günlüğünü kapattı. Bu
rastlantıyla ıslandı yanakları. Acıların içinden mizahı doğurmasını bilen
gerçek bir hekim dedi Erol Bey için. Yakasındaki rozeti düşündü, bu iki yılanın
sarıldığı asa Erol Bey’den başkası olamazdı. Defteri Elif’e, Ahmet Bey’e okuttu
ailesine gönderdiler. Boyunca makalesi olan bu adam Anadolu’yu karış karış
gezmekle kalmamış, tahsiline devam etmiş sayılı hekimlerden biri oluvermişti.
Hikmet onun gençliğini düşündü, imkanlarına nazaran ondan şanslı sayılırdı. İtibar
konusunda ise hekimlerin sıfırın altında olduğunu düşündü. Evet anımsıyordu
Hikmet, onunda hocaları da tıpkı Erol Bey gibiydi.
Geçen gün Elif’le gittikleri tiyatro
oyununda, oyuncunun -alkışlar içinde- ustasını anarken onun ölmediğini, sofitaya
uçtuğunu söylediğinde çok duygulanmıştı. Sahiden Erol Bey’de ölmemişti, yaşattığı
insanların kalbinde yaşayacaktı. Erol Bey’in tiyatro oyuncusu gibi kırmızı
kadifeden perdesi, elleri patlarcasına alkışlayan seyircisi yoktu belki fakat
ameliyathane kapısından çıktığında bir oh deyişi vardı. İnsanların onun
gözlerinin içine bakması, onun gözlerinde yaşayıp ölmesi vardı.
Hikmet aynı gün okuduklarından etkilenerek
dövüş kurslarına yazılmaya karar verdi. Bunca dersin üstüne birkaç hamle karate
öğrense fena olmazdı. Elif’le nikah tarihi belirliyorlardı. Ne yana baksa Elif.
Akşam olduğunda beraber sahilde dolaşmaya çıktılar. Hikmet, Elif’e onun adını
yazdırdığı künyeyi gösterdi, ön yüzünde Elif yazıyordu arka yüzünde çok çok
küçük harflerle Hikmet’in dizeleri.
“manzaram maviydi gün ortası
ufukta
sen vardın
tramvayın
tıngırtısı mecaz-ı mürsel
ayırıyor
seni denizden mutedil dalgalı
manzaram
sendin nereye çevirsem başımı
aklımda
sen vardın
adımlarım
gölgeni takip eden yalnız bir el yazması”
***
Mart’ın yirmi üçü. Tam zamanında
patlamıştı koz kavuran fırtınası. Kiremit Sokak tabelası her zamankinden daha
da soluk rengini belli etti. Sanki güneş hiç doğmamış gibiydi. Hava hiç
açılmayacak gibi kapalı, insanlar hiç gülmeyecek gibi somurtkandı. Hikmet ise
kafasındaki düğün davetiyesi fikri ile durakta yerini aldı. Simitçiyi göremedi
o gün, erkenden simitlerini bitirip gitti herhalde diye sevindi. Yine kimsenin
kimseye selam vermediği yollardan geçerek hastaneye ulaştı. Yine de görebildiği
herkese tebessümünü ikram etti. Tebessümün en iyi ilaç olduğunu biliyordu.
Elif’e uğradı, her zamanki kolay gelsin nidaları eşliğinde elinde çayıyla geçti
odasına. Öğleden sonra kadın hastasını muayene ederken yumruklarla açıldı
Hikmet’in kapısı. “Oranı buranı elletmeye mi geliyorsun hastaneye” diye
çemkirdi, kadının eski kocası. Hikmet, kadını arkasına aldı onu öldürmeye
çalışan bıçaklı saldırgan kocasının ellerini tutmaya çalıştı. Aniden çığlıklar
kapladı bütün katı. Odaya yetişenler şokla izledi cani adamı. Otuz saniye sürdü
Hikmet’in adamla boğuşması. Kırk beş saniyede can verdi Hikmet, hastanenin
bembeyaz zemini kalbinden fışkıran kanla kaplıydı. Ütülü gömleği kıpkırmızı
oldu. Hikmet’in, yüzünde acı bir korku ifadesi, bilediğinde Elif yazılı altın
sarısı künyesi.
***
Kimselerle konuşamadı Elif, o idealist
kadın gitmiş her zamankinden ürkek bir güvercin gelmişti. Arkadaşlarının
kolunda veda etti nişanlısına. Gözyaşlarıyla uğurlandı Hikmet’in tabutu, her
zaman gülümseyerek girdiği hastanenin kapısından. Yaşatmayı görev bilmiş
Hikmet, yine yaşatmaya çalışırken canice katledilmişti. Televizyonlar suskundu.
Başhekim, bakan beyle görüştüğünü hastane personeline bildirdi. Elif yazılı
künyesiyle bir bahar günü girdi Hikmet toprağın altına. En güzel çiçekler onun
mezarında açtı. Odacının Hikmet’in vefatını bildiren kalın punto manşetli
gazeteyi Elif’in masasına bıraktığı sabah, Kiremit Sokak’taki insanlar
Hikmet’in adının verildiği durakta her şeyden habersizce yerlerini aldılar.
Dr. Dingildekyazar
2020 - Kasım
Yorumlar
Yorum Gönder