Semerkant
sebayi düyü penç geçe
balo
sokaktayız usül gereği
çok
kişiyiz akşam çöktü galata’ya
benim
analog kamerayla beni çekiyorlar barda
sebayi
düyü penç geçe
açıldı
barın kapısı
sızdık
balo sokağa hiç kimseyi üzmeden
ciğerlerim
bayram ediyor
çekiyorum
ses_1885’i içime
cıvıl
cıvılken fuaye
…
Bambaşka bir hikayemin başlığını içeren dizelerimin küçük bir bölümü az önce okuduklarınız, fakat buraya koymaya mani olamadım, öyleyse bir sene sonraki dizelerimle devam edelim…
...
neredeyse
bir yıl önce
balo sokakta
sarmaşıklara sarılmış barda
keyifle
yudumlarken biralarımızı
gizem kız'a
vermiştim semerkant'ı
üstelik
henüz bitirmemişken
sevgilisine
de rubailer'i
akşamında ses'te
küçük virjin
locasından izlemiştik hayyam'ı
tarihe
karıştık cadde-i kebirden
...
Tam bir sene önce Semerkant’ı, yarısına bile gelmemişken çok sevdiğim bir çifte çantamda bulunan Rubailer ile birlikte hediye etmiştim. Bizim uykumuz kısa sürdü ve senesi dolmadan Semerkant macerası tamamlandı. Kitabın okuduğum kısmının devamının bu denli heyecanlı olacağını bilseydim gene de hediye eder miydim bilemiyorum. Kitap verilmez, alınır’ı düstur edinmiş biriyim…
Payitaht yolculuğumun hemen arefesinde başlamıştım Semerkant’a… Uçakta,
metroda okumalara devam etmiştim ta ki ocağın yirmi altıncı gecesi Ses
Tiyatrosu’nda Ömer Hayyam’la Humeyni’yi ve de Şah Rıza’yı konu edinen Ferhan Şensoy’un
ustalık eseri Şahları da Vururlar’ı izleyeceğimiz geceye kadar. Meğer Ustam
Ferhan Şensoy, Amin Maalouf’tan daha önce uyandırmış Hayyam’ı derin uykusundan,
getirmiş karşıdevrimcilerin karşısına…
Bu yazıyla birlikte Amin Maalouf’a olan borcumu ödemiş addediyorum kendimi, kusura bakma Amin araya birtakım işler girdi diyerek… İyi okumalar…
***
Tarihsel kurgu romanlara karşı hep bir ön yargım vardı, bana göre tarih öğrenmek isteyen tarih kitaplarını okumalı, roman okumak isteyen ise bu sanatın doruklarına çıkan eserlerle vaktini geçirmeliydi. Amin Maalouf bir nehirde ikisini birden yıkıyormuş da benim haberim yokmuş. Üstelik bu nehir kıtaları, okyanusları aşmış. Ülkelerin görünen-görünmeyen sınırlarını tanımamış, hanelere girmiş. Yüzyıllardır süregelen tartışmaları, ortadoğunun saplandığı çukuru güzelce betimlemiş ve tüm bunları yaparken tarihsel figürleri birbiri ile kaynaştırmış, sayfalarını merakla okutacak sürprizlerle dolu bir roman yazmış.
Arka kapağından aldığım satırlar üzerine Amin Maalouf, "Afrikalı Leo"dan (YKY, 1993) sonra bu kez Doğu'ya, İran'a bakıyor. Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ının çevresinde dönen içiçe iki öykü... 1072 yılında, Hayyam'ın Semerkant'ında başlayan ve 1912'de Atlantik'te bit(mey)en bir serüven... Bir elyazmasının yazılışının ve yüzlerce yıl sonra okunurken onun ve İran'ın tarihinin de okunuşunun öyküsü/tarihi...
Semerkant 4 bölümden oluşuyor. 1.Kitap, 2.Kitap, 3. Kitap ve 4.Kitap…
1.Kitap…
Şairler ve Aşıklar
2.Kitap…
Haşşaşiyun Cenneti
3.Kitap…
Bin Yılın Sonu
4.Kitap…
Denizde Bir Şair
Hepsinin
kendine ait başlığını bir rubai süslüyor. Kitapta kurgusal bir karakter
(Benjamin O. Lesage), Ömer Hayyam’ın rubaiyatını, hayatını ve o dönemde yaşanan
olayların içinde bulunduğu Semerkant Yazması adlı eseri ele alıyor. Karakter
kurgusal olduğu gibi bu Semerkant Yazması da kurgusaldır, tarihte böyle bir
eser yok. Ömer Hayyam hakkında rivayetler ve ona atfedilen rubailer bu konuyla
ilgilenenlerin zaten malumudur.
Esasında
Hollywood filmlerinde sıkça gördüğümüz bir taktik vardır. Filmin başında
ortasından bir sahne izletilir. Kitapta da kurgusal karakter Benjamin O. Lesage,
1.Kitap başlamadan bir sayfa bile denemeyecek bir giriş yapıyor ve uykuya
dalıyor 3.Kitap’a kadar…
İlk
bölümde büyük matematikçi, astronom, filozof ve bence en kıymetlisi şair Hayyam’ın
içinde bulunduğu coğrafya gözler önüne sürülüyor, onun tanınışı, bilgeliği
kurgusal olaylarla harmanlanıp Karahanlılar, Selçuklu çatışmaları üzerinden
anlatılıyor. Bize Hasan Sabbah ve Nizamülmülk eşlik etmeye başladığında çoktan
ikinci bölüme geçmiş oluyoruz. Rivayet ki tarihte bu üçlü çokça konuşulmuş
haklarında olmadık olaylar yazılmıştır ne var ki doğum tarihlerinden, bulundukları
coğrafyadan böyle olayların yaşanmadığı ispatlanmıştır yazar da kitapta bunları
açıkça belirtmiş ama kurgu işin içinde girdiğinde nesnelliğin barikatı çoktan
yıkılmış oluyor ve merakla sonraki, sonraki bir sonraki sayfayı bekliyorsunuz.
“Kitaplarda bir efsane dolaşır.
İçinde bulunduğumuz bin yılın başına herbiri kendince damgasını vurmuş üç
İranlı arkadaştan söz eder efsane: Dünyayı gözlemleyen Ömer Hayyam, o dünyayı
yöneten Nizamülmülk ve aynı dünyaya dehşet saçan Hasan Sabbah. Birlikte
Nişapur’da öğrenim gördükleri rivayet edilir. Tabii ki bu doğru olamaz çünkü
Nizam Ömer’den 30 yaş daha büyüktür ve Hasan eğitimini Rey’de yapmıştır. Belki
doğduğu şehir olan Kum’da da biraz ders almış, ama kesinlikle Nişapur’da
mektebe medreseye gitmemiştir.’’
Bu konudaki detaylı makaleler ilgiler için okunmayı dört gözle beklemektedir. Biz kaldığımız yerden devam edelim.
Benim kitapta en çok sevdiğim özellik, Amin Maalouf’un tarihteki kişilerin ağırlıklarına göre onlara yazdığı cümlelerdi. Bu cümleler büyük dersler veren ağırlıktaydı. Örneğin Nizamülmük, Ömer Hayyam ile yaptığı bir sohbette şöyle diyor,
‘’…bir
imparatorluk ne kadar geniş, ne kadar kalabalık, ne kadar bolluk bereket içinde
olursa olsun, hep adam kıtlığı çeker! Dışarıdan baktığında kuldan, karınca
yuvası gibi kaynayan meydanlardan, yoğun kalabalıklardan başka bir şey
göremezsin. Ama ben zaman zaman savaş nizamında ilerleyen ordumu, namaz
saatinde bir camiyi, çarşıyı, hatta kendi divanımı seyreder ve şunu sorarım
kendi kendime: Şu adamlardan bir marifet, bir bilgi, bir sadakat örneği, bir
şahsiyet belirtisi istesem, her saydığım vasıfla birlikte çevremdeki kitlenin
seyreldiğini, eridiğini ve giderek kaybolduğunu görmez miyim? Yalnızım ben Hoca
Ömer, iflah olmaz bir yalnızlık bu. Divanım da boş, sarayım da. Bu şehir, bu
imparatorluk ıssız. Sanki bir elimi hep arkamda gizleyerek alkış tutmak
zorundaymışım gibi geliyor. Senin gibi adamları bırak Semerkant'tan getirtmeyi,
böyle adamları bulmak için Semerkant'a kadar bizzat yürüyerek gitmeye razıyım.’’
‘’Hasan ile senin ne çok ortak noktanız var!
Gönlünüzü kaptırdığınız dava için, bir imparatorluk kurmak veya dünyayı imamın
saltanatına hazırlamak adına, adam öldürmekten çekinmiyorsunuz. Benim
gözümdeyse, adam öldüren her dava cazibesini yitiriyor. Ne denli güzel olursa
olsun, çirkinleşiyor, bozulup alçalıyor. Ölümle ittifak yapan hiçbir dava haklı
olmaz.’’
Tarihte
Hasan Sabbah figürü, kurduğu örgüt, teşkilatlanması sürekli anlatılır. İkinci
bölüm Haşşaşiyun Cenneti’nde bu
nesnel bilgiler üzerine inşaa edilen bir Sabbah kurgusu yer alıyor, oradan
aldığım bir alıntıda Alamut’u kendine yurt edinen Hasan Sabbah, Amin Maalouf
kalemiyle müritlerine şöyle sesleniyor,
‘’Düşmanlarımızı
öldürmek yetmez. Biz cani değiliz, verilmiş bir hükmü infaz eden görevlileriz.
Eylemlerimizi ibret olsun diye halka açık yerlerde, Herkesin içinde
gerçekleştirmeliyiz. Böylece bir kişiyi öldürürken yüz bin kişiyi de dehşet
saçarız. Bununla birlikte infaz edip dehşet saçmak da yetmez, ölmeyi de bilmek
gerek; çünkü öldürerek düşmanlarımıza korku salıp aleyhimize işlere girişmekten
caydırırken, En cesur biçimde ölerek de Kalabalığın hayranlığını kazanırız. Ve
bu kalabalıklardan çıkan insanlar gelip bize katılır. Ölmek, öldürmekten daha
önemlidir. Kendimizi savunmak için öldürüyor, ama insanları ikna etmek,
kazanmak için ölüyoruz. İnsan kazanmak bir amaç, kendini savunmak ise sadece
bir araçtır.’’
Kitapta Hayyam’ın kurgusal sevgilisiyle(Cihan), Selçuklu sultanının sarayına sızıyorsunuz, arkadaşı kadı efendi(Ebu Tahir) ile Karahanlı devletinin iç işlerine ve kaderin kendilerini bir araya getirdiği Hasan Sabbah ile de derin devlete. Amin Maalouf hakikaten üstün bir kurgu yeteneğine sahip. Tüm bu sızmalar esnasında devrin tarihine yönelik bilgileri size çoktan öğretmiş oluyor ve betimleriyle de sizi kah Isfahan sokaklarında kah Tebriz’de kah Amerika’da gezdiriyor.
Kitap
dediğimiz gibi gerçekte olmayan bir kitabın yani Ömer Hayyam’ın rubailerini içeren
bir yazmanın, kurgusal karakterimizin eline nasıl geçtiğini anlatıyor bunu
yaparken ilk iki bölümde Hayyam tarihine 1000’li yıllara gitmiştik ve kurgusal
karakterimiz pek ortalıkta yoktu. Üçüncü ve dördüncü bölümde boy gösteriyor ve
bizi bin yılın sonuna kendi çağına getiriyor. Bunları yaparken de tıpkı nasıl
geçmişte yaşamış Nizamülmülk, Ömer Hayyam, Alparslan, Tuğrul-Çağrı Bey’leri
kullandıysa 1900’lerde de Cemaleddin Afgani’yi, Mirza Rıza Kirmani’yi, İran Şahlarını,
Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamit’i, dönemin Avrupa ve Amerika’sını da işin içine
katıyor.
İlk
iki bölümde Hayyam ve arkadaşları dönemin büyükleri ile yakın temas halindeydi,
son iki bölümde de kurgusal karakterimiz Benjamin, aile büyükleri sayesinde
Cemaleddin Afgani ile dost oluyor Amerika’dan kalkıp Fransa’da Afgani’yi
buluyor. Onun direktifleriyle İran yolculuğuna çıkıyor bu yolculukta Türkiye’yi
de es geçmiyor, yeri geliyor İran Şahı’nın torunu (Şirin) ile sevgili oluyor
yeri geliyor Şah’ı öldüren kişilerle birlikte suçlanıyor ve yakalanma tehlikesi
ile karşı karşıya kalıyor ve hatta yeri geliyor İran’da yapılan meşrutiyet
savaşlarında aktif bir rol üstleniyor. Özellikle son bölümlerde kitabın siyasi
yanı yakın dönem tarihi bilgilere sıkça rastlanıyor burada sıkılan okurlar
olabilir ama benim gibi İran tarihine meraklı birileri varsa heyecanla
okuyacaktır.
"İran hasta" diyordu.
"Başucuna bir sürü gelenekçi, yenilikçi hekim toplanmış, her biri kendine
göre bir ilaç öneriyor, hastayı kim iyileştirirse gelecek de onun olacak. Eğer
bu devrim zaferi kazanırsa mollalar demokratlaşmak zorunda kalacak; eğer
başarısız olursa, demokratlar mollalaşacak."
Karakterimiz
artık seyyah olmuştur oryantalist(doğubilimci) bir seyyah… Kurgu’da mektuplar
alıp veren, İran ile yakın teması olan ve kıtalar arasında gidip gelen, Semerkant
yazması peşinde koşan bir seyyah.
‘’Tebriz
öyle bir günde geçiştirilecek bir yer değil. Nasıl olur da buraya kadar
geldikten sonra, Doğu'nun en büyük kapalıçarşısının labirentlerinde bir veya
iki gün boyunca kaybolmadan, Binbir Gece Masalları'nda da sözü geçen Mavi
Cami'nin harabelerini görmeden çekip gitmeyi düşünürsünüz? Günümüzde
seyyahların hep acelesi var; telaş içinde, her ne pahasına olursa olsun diyerek
geliyorlar, ama gelmek bir yolun sonuna varmak demek değil. İnsan her menzilde
bir yere varır, her adımda gezegenimizin gizli kalmış bir yüzünü keşfedebilir,
bunun için bakmak, istemek, inanmak, sevmek yeterli.’’
Tebriz’de meşrutiyetçilerin Şah’a
karşı direnişinde aktif bir rolü vardır kahramanımızın bir yandan Ömer Hayyam’ın
rubailerini toparladığı Semerkant Yazması’nın peşindedir bir yandan da neden
içinde bulunduğuna anlam veremediği bir savaşın içindedir ona arkadaşı Fazıl
eşlik eder. Tebriz’de arabulucu konumuna gelen kahramanımıza arkadaşı Fazıl’ın
yanıtı şunlardır,
‘’…Bu
Şah'tan nefret ediyorum, iğreniyorum, ama ben ona karşı savaşmıyorum. Bir zorba
karşısında kazanılacak zafer nihai amaç olamaz; İranlılar özgür insanlar, bizim
deyimimizle Adem oğulları olduklarının bilincine varsınlar, kendilerine, kendi
güçlerine inansınlar, bugünün dünyasında kendilerine yeniden bir yer bulsunlar
diye savaşıyorum ben. Burada başarmak istediğim de bu. Bu kent Şah'ın ve
mollaların vesayetini reddetti, büyük devletlere meydan okudu, gönülden
insanların dayanışmasını ve hayranlığını kazandı her yerde. Tebrizliler
kazanmak üzereydi, ama kazanmalarına izin verilmiyor, çünkü bu örnek herkesi
fazlasıyla korkutuyor, aşağılamak istiyorlar onları. Bu gururlu halk şimdi
ekmeğini kazanabilmek için çarın askerleri önünde eğilmek zorunda kalacak. Sen
ki özgür bir ülkede, özgür bir insan olarak doğmuşsun, beni anlamalıydın.’’
Kitap son bölümde giderek İran
içişleri kitabı oluveriyor tarihsel önemi bulunan Shuster, Amerika’dan İran
ekonomisini düzeltmek için gelmiştir, farklı kararları ile herkesi
şaşırtmıştır, doğulu taktikleri uygulamakta baş eğmemektedir. Ama fazla
dayanamayacaktır İran’ı yağmalayanlar buna izin vermez. Alıntıda adı geçen Baskerville
kahramanımız Lesage’nin arkadaşıdır İran için kendini feda etmiş bir başka
Amerikalıdır. Shuster kahramanımıza şunları söyler,
Ben buraya belirli bir görevle geldim: İran'ın
maliyesini modernleştirmek. Bu insanlar bize başvurdular, çünkü bizim
kurumlarımıza ve iş yönetimimize güveniyorlar. Ben de onları hayal kırıklığına uğratmak
ve aldatmak niyetinde değilim. Ben Hıristiyan bir milletten geliyorum Bay
Legase ve bu benim için bir anlam ifade ediyor. Bugün İranlıların Hıristiyan
milletler hakkındaki fikri nedir? Petrolleri gasp eden pek Hıristiyan
İngiltere, orman kanununu geçerli kılıp kendi iradesini dayatan pek Hıristiyan
Rusya hakkında ne düşünüyorlar? Bugüne kadar karşılaştıkları Hıristiyanlar
kimler? Düzenbazlar, kendini beğenmiş küstahlar, Tanrıtanımazlar, Kazaklar.
Hakkımızda nasıl bir fikir oluşmuş istiyorsunuz ki? Peki, biz nasıl bir dünyada
yaşayacağız bir arada? Ya kölemiz ya da düşmanımız olmalarından başka
sunacağımız bir seçenek yok mu onlara? Bizimle ortak, eşit olamazlar mı? Neyse
ki içlerinden bazıları hâlâ bize, değerlerimize inanmaya devam ediyor, ama onlar
da Avrupalı'yı iblisle özdeşleştiren binlerce sesi daha ne kadar süre
dizginleyebilirler? Yarının İran'ı neye benzeyecek? Bu bizim tavrımıza, nasıl
bir örnek sunacağımıza bağlı. Baskerville'nin kendini feda etmesi birçoklarının
açgözlülüğünü unutturmuş. Ona çok büyük saygı duyuyorum, ama sizi temin ederim
ölmeye hiç niyetim yok, sadece namuslu davranmak istiyorum. Bir Amerikan
şirketine nasıl hizmet ediyorsam İran'a da öyle hizmet edeceğim, onu soymak
yerine sağlıklı bir hale getirip zenginleştirmeye çalışacağım; idare heyetine
saygı göstereceğim, ama ne ellerini öpeceğim, ne de önlerinde takla atacağım.
Ama
Batı kuralları Doğu’da işlememektedir. Şah’ın torunu Prenses Şirin, kahramanımız
Lesage’ye şöyle der.
‘’Kralına karşı haklı olan bir vekil,
kocasına karşı haklı olan bir kadın, subayına karşı haklı olan bir nefer;
bunların hepsi iki kat cezaya çarptırılmaz mı? Zayıflar için, haklı olmak bir
suçtur.İran, Rusların ve İngilizlerin karşısında zayıftır ve zayıf bir ülke
gibi davranmalıydı.’’
‘’Eğer
zaman kazanmayı becerebilseydik, Rusya belki de Balkanlar'da veya Çin'de
çıkacak savaşlarla uğraşmak zorunda kalacaktı. Üstelik çar da sonsuza kadar
kazık çakacak değil ya, o da ölebilir, altı yıl önce olduğu gibi yeni
ayaklanmalar ve isyanlarla tahtı sarsılabilir. Sabredip beklemeliydik, biraz
kurnaz olmalı, hık mık etmeli, iki büklüm olup yalan söylemeli, sözler
vermeliydik. Doğu bilgeliği denen şey budur ezelden beri; Shuster bizi Batı
ritmiyle ilerletmeye çalıştı, ama gemiyi de batırdı.’’
Kitap kahramanız Benjamin O.
Lesage ile sevgilisi prenses Şirin’in aşkını geniş biçimde yansıtır ilk
bölümlerde Ömer Hayyam ve Cihan’ın aşkını yaşattığı gibi.
Yaşam soluğumuzun kaynağını soruyorsun
Çok uzun hikâyeyi özetlemek gerekirse
Derim ki çıkmış ummanın derinliklerinden
Sonra umman yutuvermiş onu yeniden.
Kurgusal Semerkant Yazması elden ele dolaşıp binlerce yıllık uykusundan uyanıp en sonunda Şirin’de kendini bulmuştur. Benjamin O. Lesage ve Şirin İran’dan ayrılmış ve Titanic yolculuğuyla Amerika’ya dönme planı yapmışlardır. Kitap finale yaklaşmıştır, bu finalde gemiden canlı olarak kurtulmayı başarmış aşıklar Amerika’ya dönmüşlerdir. Fakat rubaiyat yani Semerkant yazması da okyanusun derinliklerini boylamıştır ve kıyıya ulaştıklarında Şirin de kayıplara karışır. Benjamin finalde şöyle seslenir,
Bugün kendime
soruyorum: Böyle birisi var oldu mu gerçekten? Yoksa benim Doğu saplantılarımın
bir ürünü müydü sadece? Geceleri, fazlasıyla geniş odamın yalnızlığında, içimde
bir kuşku uyanıp aklım gidip gelmeye başlayınca, kalkıp tüm ışıkları yakıyor,
bir zamanlar bana gönderdiği mektupları bulup çıkarıyor, sanki onları yeni
almışım da mühürlerini ilk kez açıyormuşum gibi yapıyor, kokularını içime
çekiyor, birkaç sayfasını okuyorum yeniden; üsluplarındaki soğukluk bile içimi
rahatlatıyor, içimde yeni doğan bir aşkı yaşıyormuşum izlenimine kapılıyorum.
Ancak o zaman yatışıp mektupları yerlerine kaldırıyor ve yeniden karanlığa
gömülüp kendimi korkmadan geçmişin göz kamaştırıcı anılarına bırakıyorum:
İstanbul’daki bir salonda söylenen bir cümle, Tebriz’de geçirilen iki uykusuz
gece, kış vakti Zarganda’da bir mangal. Ve son yolculuğumuzdan şu sahne:
Gezinti güvertesine çıkmış, loş ve ıssız bir köşede uzun uzun öpüşmüştük.
Yüzünü ellerimin arasına almak için Hayyam’ın Yazması’nı bir babanın üzerine
koymuştum. Şirin bunu fark edince gülmekten katılmış, kollarımdan sıyrılıp
teatral bir jestle gökyüzüne doğru haykırmıştı:
-Titanic
güvertesinde Rubaiyat! Batı'nın gözbebeği, Doğunun nadide çiçeğini taşıyor!
Hayyam, bize nasip olan şu güzel ânı keşke kalkıp görebilseydin!
Kitap son buldu, ben de karakterlere
eşlik ederek yapmış olduğum bu uzunca seyahatin ardından tan yerinin ağarmasına
yakın bir saatte keyifle daldım uykuma… Gülistan içinde bir rasathanede şarap
testini diktim kafama, testiyle dudak dudağa görüştüm, içmene bak dedi testi,
ben de eskiden şah idim, öldüm gömüldüm, ilkin toprak aniden testi oldum!
***
faturası amin maalouf'a kesilen salı
saksılarda çiçekler
getirir dedem köyümüzden
pulsatil yağmurlar
yağıyor türkiş’e
turgut uyar, allah'ı
arıyor serçe yuvalarında
bense müezzindim
küçükken
ve hiç sorgulamazdım
peygamberi koruyan
örümcek ağlarını
ömer hayyam,
nizamülmülk ve hasan sabbah'la
üst solunum yollarımı
asfaltlamaktayız
rivayetlerden öteye
geçer bu üç kişi
edebiyatın
mucizesiyle
gülistan içinde bir
rasathane olur odam
ısfahan'da şarap
içiyorum elden günden gizli
***
‘’hiç, bildikleri hiçbir, bilmek istedikleri hiç,
bak da gör şu cahilleri, kurulmuşlar tepesine
dünyanın,
onlardan değilsen şayet kâfir derler adama
boş ver onları Hayyam, sen bak kendi yoluna’’
Yorumlar
Yorum Gönder