Naif Bir Flamingonun Günlüğü


Eylül’ün henüz yirmi yedisi, Turgut Çeviker’in Çarşamba’sına itinayla göz gezdirerek girdim iş bu Çarşamba gününe, haftasonu yapılacak bir söyleşiye ön hazırlık denebilecek düzeyde yetkin olmak istiyorum. Söyleşimiz ‘’Çarşamba ve Kent Müzesi üzerine’’… Üstelik –çarşambasızım-…

Naif Bir Flamingo’nun hayatımın en güzel doğum günü hediyesini verdiğini biliyor muydu acaba kargo çalışanı? Ekim’e çok az kala hala acayip temmuz havalar sunan Mikal’e selam çakarak oturuyordum fakültemizin acayip karadeniz dağlarına ve kampüsün içinden geçen tramvayını gören özgün konumlandırılmış bir masasında. Arayan beyefendi evde olmadığımı bildiriyor, evde olmadığımı biliyorum, paketi giriş katta bulunan balkonuma nazikçe iteklemesini rica ediyorum ve teşekkür ederek kapatıyorum telefonu, nüfus memuru olacakken kargo çalışanı olmuş beyefendiye.

Naif Bir Flamingonun Günlüğü neredeyse bir sene önce satın alınmış, satın alınmamakla kalınmamış kütüphanenin en özgün yerlerinde muhafaza edilmiş ve fakat her nedense bir türlü okunamamış, büyük ön yargılarla Düş Kıyamet’le sırt sırta vererek bendeniz tarafından kapağının açılmasını beklemekteydi. Naif Bir Flamingo adından da anlaşılacağı üzere Naif Bir Flamingo Günlüğünü doğrudan doğruya kaleme alan kişi. Aynı zamanda şu sıralar nezle olmuş bendenize, gerçek anlamda nezle olmuş bir mükemmel dolma kalem bahşeden yazar.

Oradan oraya savrulup evin yokuşunu çıkarken güneşin beni haliyle kavurduğu saatlere ulaşmanın sevinci içinde sabahları kimseler girmesin diye kilitlediğim kapımı sabırsızlıkla açtım. Bugün de evimin çalınmadığına sevindim. İlk işim balkonuma itelenmiş paketi nazik bir dokunuşla, yeni boyanmak suretiyle mutlu edilmiş masamın üstüne bırakmak. Haliyle heyecanlıyım. Her kargo paketini uzun uzun incelerim bu defa da pas geçmedim. Yolculuk nereden başladı, paketin durumu nasıl? Neredeyse bir a-4 boyutunda, içindeki materyal çeşitli darbelere karşı korunsun diye içi patlayıcı plastik döşeme kaplı bir paket bu. İki boyutlu ama kapatıcı ağzı, paketin kıçına bantlanmak suretiyle bir sarmal haline gelmiş, yani kargo şirketinin ekstra plastik paketi içinde iki boyutlu hale gelmiş bir daire. Anlamsız geometri zorlamasını bir şekilde atladıysak geçelim zarar vermeden açmak için bıçaklardan bıçak seçişime, mektup zarf açacağı gibi aristokrat zamazingolarımdan yok. Peynirlerimi ve özellikle banka zarflarımı aynı keskin materyal doğruyor.

Paketten çıkanlar, nezle olmuş dolma kalem, ömrümce bana eşlik edecek yeni arkadaşım kendisi ve hayatımı şekillendiren bir cesur şairin tıpkısını kullandığı mor kartuş mürekkepten. Dünyalar benim oldu işte. Bir çocuğu ve dahi beni sevindirmek çok basittir. Haznesinin canı mürekkep istiyordu onu bu isteğine olabildiğince hızlı kavuşturdum. Hemen apakça bir kağıda kısaca kalemin serüveni bizzat kalem tarafından neşredildi. Ardından çekmecemdeki ilk iki dizesini daktiloyla yazdığım Turgut Uyar’ın Yad şiirinin kalan üç dizesini sırf şamata olsun diye dolma kalemle tamamladım. Nezle olmuş dolma kalem, nezle olmuş bendenize alıştı.

Naif Bir Flamingo’yu, Beni Ben Mi Delirttim’in program dergisinden tanıyorum. Beni çok eğlendiren, çok ustaca yazılmış bir program dergisi bu. Üst üste okuduğumu hatırlıyorum. Ondan sonra ise Şahlar’ın 586+19. defa vuruluşuna tanıklık ettiğim Beyoğlu Ses_1885 gecesinden. Ortaoyuncular denen oluşumla tarihte aynı döneme geldiğim için şükürler ettiğim, odyo teyp kaydına dahi ağladığım bu oyunun capcanlı karşımda olduğu gece. Evet daha önce okuduklarım gibi sahnede amiyane tabirle döktürüyordu Naif Bir Flamingo. Tıpkı Masal Müfettişi oyununu pandemide bilgisayar başında izlediğim akşam gibi.

Kitaplıktan kitabı almaya karar verdim, ve hiç düşünmeden, yazmayı ertelediğim tüm birikmiş günlerimden özür dileyerek, henüz ezberime oturtamadığım romatoloji derslerimi bir kenara atarak, TUS dershanesi garabetini aşamadan ve henüz ve hala ne doktoru olacağını seçememiş bendenizin bir can simidine tutunması gibi Naif Bir Flamingo’ya tutundum. Elif Hanım’ın ismi ve kitabın isminin puntosu hemen giriş sayfasında alışık olduğumuz Ortaoyuncular formatında konumlandırılmış Bilgi Yayınevi’nin böyle bir düzeni var mı bilmiyorum. Bu düzen zannımca imza, ithaf kolaylığı sağlıyor. Bir kitabın kapağında yazarı tarafından imzalanmış olması kimi beyinlere özel olduğu hissini tattırıyor, çokça imza peşinde koşmuş ben şuna inanıyorum ki ancak yazarının dünyasına girebilmişsem ve imzayı atan hayranı olduğum yazar, fabrikasyon duyguyla bu imzayı atmamışsa benim için çokça değerlidir. Ve artık o papirüs için kurşun atıp kurşun yiyebilirim. Bu yüzden kitaplığımın en üst rafı birbirinden farklı tarihlerde farklı anılarla kimi kucaklaşmalarla imzalanmış Ferhan Şensoy külliyatı ile dolu, ve obsesiflik derecesinde Kaşıkçı Elması’ndan çok daha üst düzey korunuyorlar bendeniz tarafından. Yoksa sahaflardan sırf imzalı diye kitap toplayan kimi tüccarlar da var.

Gün içinde diye bir tabirle giriyorum cümleye gün dışının ne olduğunu tam çakabilmiş değilim. Sanırım bilinç taşlarımın gediğinde olduğu saatler kast ediliyor. Gün içinde çokça ölümü düşünen, bunu ufaktan dert edinen, yarım kalma hissinden çekinen biriyim. ‘’Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında’’ Franz Kafka ve başlıyor flamingonun güncesi.


Bir güzdökümüne başladığımız bildiriliyor, kitabı az önce bitirmiş olmanın etkisiyle taze taze yazarın cümle yapısına ve beynimi ele geçirişine kendimi teslim etmiş vaziyetteyim, mazur görün. Bundan çokça hoşnutum.

Bir yaz boyu hüznümü gezdirip durdum anlamsız kentlerde. Kimi dostlarımda kimi sohbetler yaptım, dertlerimden yakındım. Hoş geldin dediler, hoş geldin dünyamız aslında böyle bir yer… Onların, biz zaten bunları hissediyorduk aramıza hoş geldin duygusu bir üstenci tavırdı. Fakat bu kitap bana kendimle sohbet ettiğim duygusunu aşıladı. Her sabredişimde kurduğum afili cümlelerim avucumdan kayıp düşmüş meğerse Elif Hanım hepsini getirip karşıma oturttu. Eylül’ün yirmi sekizi artık. Aralıksız okudum bu mükemmel kitabı. Nezle olmuş dolmakalemle altını çizdim kimi satırlarının. Kitapla geç vakit oturmamız geceyi devirdi. Yeni günün dersleri ve okula gidecek olmam şuan için umurumda değil saat gecenin sıfır dördü henüz sabah ezanı okunmadı.

Tadını çıkara çıkara okuduğum bu güncenin bitişi için üzgünüm. Orta-son ve lise bir yıllarıma denk geliyor. Suriyeli lafını ilk duyduğum Esad-Esed yılları… Samsun’a kadar gelmişler diyordu sınıfta çocuğun biri. Gündemi bilen bir çocuktum. Her akşam saat yedide kimi sevdiğimiz kanallarda haber bülteni babamla takip etmek beni ülkesinden haberdar olan bir çocuk yapmakla kalmadı bazı alışkanlıkları da kronik hale getirdi. Evet ben 13-14 yaşında bir çocuk her akşam Gezi’ye dair paylaşımları Facebook’tan paylaşan biri, AKM’deki pankartları paylaştım açılan sloganlı yazıları, olayın ana karargahından kilometlerce uzakta olan bir çocuk için boyunu aşan bir olay bu. Hayatımızda facebook diye bir uygulama vardı ne garip. Babamın günler sonra paylaşımlarımı görmesi, an be an durum bildiren içeriklerimi okuması ve bana çok fena kızması bunlara nasıl cesaret ettiğime şaşması ve tüm paylaşımlarımı teker teker silmem çokça korkmamı hiç unutmadım. Naif Bir Flamingonun Günlüğü ile o yıllara döndüm neredeyse 2014-2015 arası bir dizi doğmamış çocuğa mektuplardan oluşuyor kitap. Ama bizimkisi doğmamış çocuğa mektup cinsinden bir kelime oyunu değil. Biz çok küçük bir azınlığız sanırım ve günlük yaşamın harala gürelesinde kendimizi de birbirimizi de kaybetmiş bir azınlığız. Kitabı okudukça hem bu fikrime sıkı sıkıya sarıldım hem de hüznüm katlandı. Geçmeyecek… Hiçbir zaman geçmeyecek…

‘’Ben devrim istiyorum güzel dostum; iyi paketlenmiş hediyelik hüzünlerle yetinecek değilim. Gündelik telaşlardan sıyrılıp, geçmişi bugüne getirmek istiyorum! Eski fotoğraflara bakıyorum ve dünyanın eğlenceli bir mekana evrildiğini düşlüyorum.’’

Yazar daha ilk sayfalarında beni dünyasına çekti. Hiçbir hırsı yok beni avucunun içine almak için, ben bunları bunları keşfettim ve işte faturası tarzı cümleleri var anlatılan benim sanki, güncenin içinde yer alan durum değerlendirmeleri ve kimi feylezof satırlar, tamamen büyülendim sanırım.

‘’Ölüm kimilerine göre mutlak sondu; bense sevidklerimi sonsuza dek kaybetmemek için ölümden sonraki hayata inanmak niyetliydim.’’

Yazar alışılageşmiş dogmalarla kavgasını sürdürmekte kararlı… bu cümleleri kurarken şaşıyorum kendime, saat sıfır dört kırk ve nedense kendimi eleştirmen zannediyorum sanırım. Boyumdan büyük cümleler kuruyor olabilirim fakat bu benim sadece okuduğum ve çok beğendiğim bir kitabı kendimce anlatma çabam. Ne haddime bir değerlendirme- eleştiri işine soyunmak ve buna göğüs germek onu o işin uzmanıyım diye ortalıkta gezinenler düşünsün ve sorumluluğunu onlar alsın. Ben çok beğendiğim bir kitabı sanki arkadaşıma tavsiye eder gibi çokça beğendiğim satırlarıyla süsleyerek anlatıyorum efendim. :)

‘’Dionysos denen aşağılık tanrı izin vermiyor gönlümüzce kahrolmamıza; şarabına da, komedyasına da ayrı ayrı sövüyorum bu gece! Akmaya teşne gözyaşlarımızı kirpik diplerimize hapsedip, sanki hiçbir şey olmamışçasına şakıyoruz deli deli. Kaypaklıktan ölmek üzereyiz; bir inanan var mıdır bol kabuslu masalımıza, onu da bilemiyoruz. Daha merhametli tanrılara ihtiyaç duyuyoruz. İnsanı yaratıp yerküreye atmak kolay; iş ki acısını dindiremiyorsun, ne anladım ben senin tanrılığından! Olimpos’a kadar yolun var canım kardeşim!’’

Yazar da içten içe farkında bu çelişkili dünyada verdği kavganın anlamsız oluşuna bu doğmamış çocuğun ona tattırdığı his kuvvetli bir ağrı kesici etkisi yaratıyor onu düşündüğü kimi saatlerde. Belki de ağrı kesici müptelaları gibi onu daha çok düşünmek onun hakkında daha çok hayaller kurmak istiyor. Saatler ilerlerken az önce yazdığım bu upuzun cümleye de şaştım ben mi yazıyorum bu satırları duygusuyla devam ediyorum bir nebze kanıtlamaya.

‘’Sanki sen doğacaksın ve birdenbire değişecek dünya; en azından daha katlanılası bir mekana dönüşecek. Melekler ve iyi niyetli periler yeryüzüne inip, kötü kalpli zebanileri iştahla yutacaklar. Her şey şairin dilediği gibi olacak; sen gülümseyeceksin ve bulutlar gidecek. İklim değişecek, Akdeniz olacak. O film de mutlak suretle kente gelecek!’’

Sezen Aksu’sal düşten sıyrılıp bir karar verme aşamasına geldim acaba yazarın bu evrene dair, insanlara dair, her gün içinde debelenip durduğumuz ancak geceleri herkesler uyuyunca ve el ayak çekilince huzur bulduğumuz bu anlamlı-anlamsız düzene dair anlatacak çokça şeyi birikti de doğmamış çocuk bu işin bir bahanesi mi yoksa… Bilemiyorum, tek bildiğim çok şanslı hem de bir o kadar şansız bir çocuk bu. Tüm bu olayların yaşandığı seneleri düşündüm, bu kadar utanmazlığın yaşandığı bu pişkin dünyaya gelmek için bu kadar çabalamaya değer miydi çocuk, çokça embriyoloji dersi alan bendeniz en çok bu derslerde zorlandım hakikaten. Binlerce teori üretilen bir alandır embriyoloji. Ana rahmine tutunuş öyküsü insan yaş aldıkça keşke tutunmasaydım duygusuna bırakıyor ya kendini işte bu çok acımasız. Çünkü çok muazzam bir öyküdür bu tutunuş…

‘’Bizler unuttuk ve hayatın koca bir anlamsızlık deryasına döndüğünü sıklıkla tecrübe ettik. Nereden geldiğimizi bilmediğimiz için ömrümüzün kayda değer bir kısmını nereye gideceğimiz hakkında endişelenerek geçerdik.’’

‘’Bir gün öleceğimizi bilmemize karşın yerküreye tutunmaya çabalıyoruz.’’

Yazar içinde debelendiğimiz düzene başkaldırıyor bununla da yetinmiyor ne tür bir dümende olduğumuzu örneklerle anlatıyor. Söyleyecek bir şeyi olmalı yazanın özgün olmalı benim gibi arak takılmamalı kısaca :)

‘’Halihazırda okul dediğin, ademi şapşallaştırmaktan, ruhunu deforme etmekten başka bir işe yaramıyor. İçinde yaratıcılığa, farklılığa yer yer anarşizme, kaosa izin vermeyen tüm kurumların tez zamanda şekil değiştireceğini düşünüyorum.’’

Çok seviyorum bu dünyayı değiştirmeye kararlı güçlü kadınları, Mina Urgan’ın kitabında da aynı hisse kapıldım. Bizim Naif flamingomuz hem güçlü hem güçsüz, dünyayı yakacak denli de bir garip bence.

Ses Tiyatrosu hakkında bir muhtasar beyanname içeren satırlar merakımı ve ilgimi tabiki cezbediyor. Duvarda fotoğrafı asılı ruhların perdelere saklı olduğunu tabiki biliyorum. Sofitaya selam olsun hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum. Naif bir flamingomuz onların üzerine çekilen perdeyi açmakta tıpkı evdeki şair gibi kararlı. Ne garip değil mi şu edebiyat, şu sanat. Dünyada varlığına onur duyduğum iki insan iş bu sebeplerle mutlu ediyorlar beni, hiç tanımadığım Campanaki’nin mükemmel tasarıma aşık olurken, oranın bekçisi tabancalı şairin hayatımı değiştirmesi, faldaki rönesansı müjdelemesi evrenin mucizesi.

‘’Gerekirse dövüşürüz diyor tiyatroyu mekan belleyen savaşçı ruhlar. Gerektiği takdirde dövüşeceğimizi biliyorum; muhasebe defterine nakşolunan eksilerin, artılar karşısındaki yıpratıcı üstünlüğüne rağmen vazgeçmeyeceğimizi, gözümüzün fena kara olduğunu ve aslında iyi bir hayat sürdüğümüzü görüyorum. Savaşın orta yerinde ve düpedüz sevdalıyız…’’

Klasik tabirle kitap zamanına ışık tutuyor tabiki de. Muhalefetin bu denli salak olduğunu geçtiğimiz seçimde tespit eden ben, bu kitabı az biraz daha önce okusaydım çok daha fazla aydınlanırdım. Ekmek için Ekmeleddin arabasının Alaçam’da sokaktan geçtiğini hatırlıyorum. Halka sunulan bir seçimde halk tabiki en olmadığını seçmekte kararlıdır ve fakat nereden getirdiniz bu garip vakayı da aday diye önümüze sundunuz en sayın muhalefet. Yazar verdiği kararı da cömertçe açıklıyor. Sonraki yıllarda kendilerine solcu diyen kitle de bu cömertliğe popüler olduğu için iştirak edecek. Halbuki sayın yazar yıllar öncesinden çakmış muhalefet dümenini.

‘’İki elleriyle malum organlarını doğrultamayan ana muhalefete karşı müthiş öfkeliyiz; gün aşırı meydanlarda höykürmeleri gönlümüzü ferahlatmıyor. Bugün ılımlı imam ile sinirli imam arasındaki acayip müsabakada saf tutmamızın tek müsebbibi basiretsiz muhalefet! Sorun solun bir türlü birleşememesi uzaylı dostum; hepimizi fraksiyon manyağı yapması!’’

‘’Kaderimiz, bir muhteris kifayetsizin anlamsız hırslarıyla hızla felaket çizgisine doğru sürüklenirken, Ortadoğu’nun uyuz Rintintin’leri olarak, yepyeni Red Kit’lere ihtiyaç duyuyoruz. Kendi kendimizi kurtaracak mecalimiz yok, doğuştan üşengeciz!’’

Hayranlık duyduğum bu satırlar yaklaşık on sene önce yazıldı ve çok kısa süre önce bir mayıs gününde tokat yemiş bendenizi hayretler içinde bıraktı…

Yazar benimle konuşan bir psikolog, beni sakinleştiriyor. Zaten aynı dertlerden muzdaribiz, ben sayfalarda kaybolmuşken ve heyecanla ilerlerken ilacımızı kulağıma fısıldıyor. Flamingonun allı turna oluşu iş bu satırlardır efendim;

‘’Sanırım huzuru mümkün kılan tek şey benzerlerimizden uzaklaşmak; güvenli bir koza yaratmak ve saksı çiçekleriyle idare etmeyi öğrenmek! Arkamızdan okunan belalardan, kaypak ayak oyunlarından haberdar olmamak belli oranda rahatlatabilir bizi. Dayatmalar, yargılamalar, kategorize etmeler, bir kılıfa sokmaya çalışmalar son bulmadıkça, öz benliğimizle asla tanışamayacağız. Kendimizi, diğerlerinin bizi gördüğü gibi görmeye devam edeceğiz; bencil, tutarsız, eserekli, nedense çoğu zaman sahtekar! Televizyon, gazete ve sosyal medyada itişip kakışan hastalıklı ruhlarla aramızdaki mesafeyi açmadığımız sürece, onların sentetik gerçeklikleriyle yaşamak zorunda kalacağız. Ölüm bile bizi kendimize getiremeyecek. Derimizin altına sıkışmış müthiş bir kıstırılmışlık hissiyle yollanacağız toprağa ve –eğer varsa- öte alemde bile ruhumuzu özgür kılamayacağız. Gözümüz hep diğer ruhların üstünde olacak; benim için ne düşünüyor acaba, beni seviyor mu, yeterince övüyor mu? Yoksa haset mi ediyor bana; bulunduğum mekanı –cehennemin orta yerini- hak etmediğimi mi düşünüyor?’’

Bu satırlar doğrusu kulağına küpe olsun cinsinden ve rahatlatıcı tılsımı var inanın bana. Bir noktadan sonra okuyuca değil tanrıya da öğütler veriyor tam bu satırları yazarken ve sabah ezanı da okunurken.

‘’Tanrının evrimin bir yerinde büyük bir hata yaptığına eminim; bazılarımızı su böceği olarak bırakmayı akıl edebilmeliydi. Ya katilleri salıvermeliydi dünyaya ya da barış sevdalılarını… İki ayrı planet yaratarak bizi tüm kaygılarımızdan kurtarabilirdi; katiller oynak bir yuvarlağın üstünde petrol için, mülk için, birbirlerini ufalarken, mütevazı planetimizde halay çekerek güle oynaya vakit geçirebilirdik.’’

Herkesin birbirine sen kimsin dediği yaşantımızda biz kimiz diyor yazar kim olduğumuzu açıkça yazmış şarabını içerken şöminenin yanında sokaktan asla kopmamış göz yaşları şömineyi dindirecek denli fazla. Kimi zaman ölen madencinin annesinin feryadı. Kimi zaman Gezi’de katledilen gençler, kimi zaman bombalar yağdırılan köylüler yapıyor bunu. Zamanına sırtını dönmüş değil flamingomuz.

‘’Sokak ortasında kıstırılıp ölümüne dövülen Ali İsmail’dir har ile buz arasında dönüp dolanma sebebimiz ve Ethem’i vuran polisin topuklarından kıçına vura vura kaçmasıdır cesaretimizin baş müsebbibi. Nicedir peruklu katillerin mekanıdır bu memleket; zaman huzursuz mersiyeler zamanıdır.’’

Karaman Ermnek’te bir maden ocağını su basıyor, on sekiz işçi mahsur kalıyor maden ocağında, kız akrdeiyle çok uzak diyarlarda olmasına karşın ışınlanıyor olay yerine duygusal bakımdan:

‘’Bilgisayarları açıyoruz ve bir madenci annesinin, şaşkın bakışlarıyla karşılaşıyoruz; oğlum yüzme bilmezdi, suyun içinde ne yaptı? Sağanak gibi ağlıyoruz işte öyle; yapacak başka ne var?

Aklıma Soma’da enkaz altından çıkarıldıktan sonra, ‘çizmelerimi çıkarayım mı, sedye pislenmesin’ diyerek çamurlu ayaklarını ambülans sedyesinden uzak tutmaya çalışan maden işçisi geliyor. Sonra Şişli’de Agos binasının önünde, tabanı erimiş ayakkabılarıyla boylu boyunca yatan, güvercin boyunlu Hrant Dink! Sabahattin Ali, Abdi İpekçi, Turan Dursun, Çetin Emeç, Musa Anter… Arabasına konulan bombayla katledilen Uğur Mumcu. Döve döve öldürülen Metin Göktepe, Cemil Kırkbayır, Festus Okey, Sevag Şahin… Bu devlet, bize utançtan başka miras bırakmadı.’’

Aziz Nesin tabiriyle ülkemizden hiç eksik olmayan hazreti dangalaklar için de mükemmel tespitleri mevcut.

‘’Diktatörler ve zorbalar, fıtratları gereğince zekadan mahrum kılınmışlardır; sinsi ve kurnazdırlar ve bu özellikleri onları sadece fırsatçı kılar. Aptalları peşleri sıra sürükleyecek mülke, saltanata, saraylara ermek gibi bir eğilimleri vardır. Kısa vadede başarılı olurlar. Tahttan indiklerinde ise mezarları bile lanetlenir. Sırf bu yüzden deli gibi korkarlar koltuklarını kaybetmekten. Gemiyi ilk terk eden genellikle en gücendikleri dalkavuklarıdır. Onları diktatörlük mertebesine getiren insancıklar bile tükürür suratlarına; madem ki bedava makarna, bedava kömür devri kapanmıştır, putları güncellemekten başka çare kalmamıştır.’’

‘’Öyle ya, madem hep beraber gidecektik cennete, o da altın varaklı kaseden çorba içme işini öte aleme erteleseydi. Bu dünyaya hanlar, saraylar dikmeye ne gerek vardı; nasıl olsa mermerden konaklar, bahçelerinden şarap ırmakları akan köşkler bizi bekliyordu. Yoksa sultanlar sultanının cennete gitmek hususunda bir endişesi mi vardı? Haşa evliyalardan şüphelenirdim, haşmetlüden asla! Belki de gerçeği göremeyecek kadar aptal olmamız tamamen bizim suçumuzdu.’’

Ufak şeylerin beni mutlu ettiği gibi yazarı da mutlu ediyor, verdiği güzel his kuşkusuz;

‘’Turgut Uyar’ın ölüm yıldönümü; azraili çok gülünç bulduğumuz günlerdeyiz. Göğe Bakma Durağı’nda bir soluk mola veriyoruz ve çıldırıyor sema. ‘’Bu karanlık böyle iyi, aferin tanrıya’’ diyerek kan ter içinte yataktan sıçrıyoruz gece yarıları. Birbirine karışıyor gök; turuncular, lacivertler arasından doğuyor güneş. Sabah güneşe karşı ne de güzel işiyoruz.’’,

Yazarın alışılagelmiş ezberlerle kavgası sürüyor;

‘’Bizler, tüm dünyalılar arasında yapayalnız bir ırk olduğumuza dair neşesiz martavallarla büyütüldük. Paranoyaklıkta sınır tanımayan büyüklerime göre, kendimizden başka dostumuz yoktu. Araplar bizi sevmiyordu, her daim pusuda bekleyen kalleş Ermeniler, sırtımızda zıplamak için fırsat kolluyordu. Sovyetler yıllar içinde dağılmıştı ama komünizm illeti hala iz sürüyordu. Aslında tüm cephelerde galip gelecek kadar cengaverdik ama Almanlar yenildiği için biz de yenik sayılmıştık. Haçlı ordusunun teyakkuza geçmesi an meselesiydi; gözümüzü açık tutmalıydık. Hepimiz Fatih’in, Kanuni’nin torunlarıydık; Deli İbrahim’in soyundan dem vuran yoktu.’’

Çocuk aklımla izlediğim Mehmet Pişkin olayına rast gelmek duygulandırdı. Çünkü ben Mehmet Pişkşn’i çocuk aklımda bırakmış değildim. Her yıl ölüm yıldönümünde Güncel Gürsel Artıktay’ın ona dair bestesini dinleyen hüzünlenen biriyim. Bu intihar flamingoyu da vurmuş besbelli onda kendini bulması korkutucu…Fakat az biraz içli insanlar olarak hepimiz onda kendimizi bulduk…

‘’Dört gün önce Mehmet Pişkin isimli bir adam intihar etti; genç, yakışıklı, nazik, tutkulu… Deli bile değil! Tanrının iyi davrandığı delikanlılardan biri. Kendine ayrılan sürenin sonuna gelindiğini söyleyip, her şeyi kapatıp gidiyor. Ardından şık bir intihar videosu bırakarak boynuna ilmeği geçiriyor daha evvel adını bile duymadığımız adam. Sebep; çok uzun süreli mutsuzluk, umudunu yitirmek, motivasyon kaybı… Yirmidört saatlik bir direncin ardından tıklıyorum bıraktığı videonun oynat tuşunu, aklım oynuyor. Ekranda kendi suretim, görüyorum ve dünyam kararıyor. Boşluk, anlamsızlık, kıstırılmışlık, kronik umutsuzluk… Düğüm düğüm boğazıma dizilen gerçeklikten nefret ediyorum.’’

Yirmili yaşlarının girizgahında intihar hakkında başına gelenleri anlatıyor yirmili yaşlarının girizgahındaki bana;

’Ressam, sinemacı ve diğerleri Zweig, Pavesa, Hemingway, Kurt Cobain, hepsi kafadan kontak ademlerdi. Yaşamak için umuda filan ihtiyacımız yoktu; merakımız bize yeterdi. Hayat hep sancılıydı; sancısız olması pek rasyonel değildi. Yine de kendimizi ölüm fikrinden uzak tutmayı başarabiliyorduk; meraklı itler gibi eşeleyip duruyorduk çöp yığınlarını! Komşuların sırlarını kurcalamak en büyük eğlencemizdi.’’

Kitap yazarın düşünceleriyle adım adım örüldükten sonra doğmamış çocuğun ne denli zor bir hayata geleceğini de bildirmiş oluyor onun hayata tutunması ise bu zorlukta debelenenlere içmeden sarhoşluk verebilecek düzeye erişmiş durumda. Bu düşüncelerle geliyorum artık son sayfalara. İyi ki doğdun çocuk! Sana güveniyoruz…

Kişisel gelişim kitapları denen zırva dolu yazıların çöplüğünü düşünüyorum. Şöyle pozitif ol, böyle mükemmel ol, ağacı kokla, kediyi selamla, güneşe ardını dön denli salak saçma kitapların piyasadaki hakimiyetini Migrosvari marketlerin satış çabasını düşünüyorum.

Naif Bir Flamingonun Günlüğü bir hekim adayı olarak benim reçetemden eksik etmeyeceğim bir ilaç artık, bu dolma kaleme kavuşmanın getirdği sevinçten yazılmış ödünç satırlar asla değil inanın. Buna kaniyim, bu günce bir ilaç ve bu memlekette yaşıyorsanız az biraz bunları bilmek zorundasınız yanı başınızda çocuklar bombalanırken pardon mesaim var diyemezseniz ve az biraz insan olmaya geldiysek bazı düşünsel hücrelerimizi geliştirmek zorundayız ve gayet tabi dozunda. Bu günce nasıl bir sarmalda dönüp durduğumuzu bize haykırırken buna basıl göğüs gereceğimizin ipuçlarını da içeriyor.

Teşekkürler Naif bir Flamingo!

 ‘’Bizler savaş kıssalarıyla, hamaset öyküleriyle, acımasız darbelerle büyütüldük. Yerkürenin güvenli bir yer olmadığı öğretildi bize, karanlıktan, iktidardan, ateşten, polisten, üç harfli canavarlardan korkmayı yaşamak belledik. Gün geldi, soluk izimizi kaybetmeyi bile marifet saydık; bıraktık nefes almayı, nefessiz de yaşar insan dedik. Bizler mis gibi uyutulduk ufaklık; aklımız bedenden firar edince, nefessiz yaşanmayacağını anladık!

 

 eylülün yirmi sekizi

saat sıfır altı on üç artık

ben uyumamış, uyuyamamış olmanın

sonsuz sevinci içinde

epik sarı lambanın ışığını

müezzinin haber verdiği güne devretmek üzereyim

masabaşıma konan naif bir allı turna sayesinde

çok anlamlı kalkacağım sandalyemden

ve günün anlamsızlığına ve çaresiz debelenmelere

anlayacağınız yeni bir güne

bir güz rüzgarıyla kendimi bırakacağım

flamingonun kanatlarını kuşanmış olarak

                                                                                                                                28 Eylül 06.30

Türkiş

dingildekyazar

metehan verim

Yorumlar

Popüler Yayınlar