Bir Dinozorun Anıları ''Mîna Urgan''

Beni heyecanlandıran ve bir sonraki sayfasını daima merak ettiren kitaplar nadirdir. Bu yüzdendir ki anı kitapları her daim bu nadir kitapların içinde olmuştur. Bu kitaplar size tek bir kişiyi değil, bir dönemi ve o döneme damgasını vuran kişileri de anlatır. Tüm bunların yanında kenarda köşede kalmışların üzerine çekilen perdeyi de kaldırır. Çok farklı simaları tanıyabilirsiniz. Bir Dinozorun Anıları da benim için işte bu türden bir kitap.

Ülkemin hiç değişmeyen öyküsünü gördüğüm bu kitapta üzüldüm. Nafile uğraşıyoruz hissine defalarca kez kapıldım. Ancak ilerleyen yaşına rağmen Mina Hanım’ın güzel günlere duyduğu heyecan beni bu durumdan kurtardı. Ülkemin bu değişmeyen öyküsünde, partilerin, yönetimlerin, menfaatlerin asla değişmediğini bunları kullanan güçlerin isim değişikliğine uğradığını gördüm. Makamlar değişiyor, makamların vurduğu balyoz aynıyla yerinde kalıyor.

İstiklal’de Yapı Kültür’den içeri girdiğimde beni selamlayan gözleriyle bakıyordu Mina Hanım, kendine özgü rafında yan yana sıralı onlarca kitabının kapağında elini yanağına koymuş, yüzünde bunca yıllık yaşantısının sade bir ifadesi. 

                                                 

1.baskısını 1998 Mart’ında yapmış olan Bir Dinozorun Anıları’na Eylül 2022 olan 100. baskısıyla kavuştum.  Bu denli rağbet edilen bir kitap yazdığı için zaman zaman şüpheye düşmüş Mina Hanım, acaba bayağı mı yazıyorum diye.

Mina Hanım 1915 yılında İstanbul’da doğmuş. Babası adalar şairi olarak bilinen ‘’Tahsin Nahit’’. Kitapta ondan bahsederken erken yaştaki kaybından dolayı anımsayamadığını kendisini biyolojik babam olarak addettiğini ve ayrıca şiirlerini beğenmediğini söylüyor. Bunun yanı sıra yazdığı tiyatro oyunlarını ise çok beğeniyor.


Annesi Şefika Hanım, basbayağı kendine özgü ve çok akıllı biri. Tahsin Bey’in vefatından sonra Falih Rıfkı Atay ile evlenmiş, Mina Hanım’ın çoğu kez paratonerlik yapmasına karşın boşanmışlar ancak Falih Rıfkı’yı hep babası bilmiş.

Orhan Veli ile Mina Urgan

Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitaplarından Bir Dinozorun Anıları(1998) ve Bir Dinozorun Gezileri(1999) ise sadece meraklılarının değil genel okur kitlesinin ilgisini çeken yapıtları.

Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni devamında İstanbul Üniversite Edebiyat Fakültesi’ni bitirmiş. Bu fakültenin Fransız Filolojisi bölümünü tamamladıktan sonra İngiliz Filolojisi’nde doktorasını yapmış. 1960’da profesör olduktan sonra 1977’ye kadar İngiliz Edebiyatı profesörü olarak görev yapmış.

Türkçeye çevirdiği nice önemli yazarların yanı sıra yazdığı beş ciltlik İngiliz Edebiyatı Tarihi ayrıca önem taşıyor. Bunları Virginia Woolf ve Lawrence İncelemesi takip ediyor.

Birçok ödül sahibi Mina Hanım 15 Haziran 2000’de hayata veda etmiş demek doğru olur mu bilemiyorum. Ben doğmadan önce yazdığı bir kitapla beni kendine hayran bıraktırdı. 20. Yüzyıl aşığı biri olarak 1915’ten 2000’lere uzanan kitabında çoklarını daha etkileyecek gibi.

 Kitap tam 5 bölümden oluşuyor.

1-     Yaşlılık ve Ölüm

2-     Çocukluk

3-     Gençlik

4-     Gençliğimde Tanıdığım Bazı Kişiler

5-     Siyasal

Bu bölümleri takip eden bir Son Söz ve ardından siyah-beyaz seçkilerle Mina Urgan’ın Albümünden başlıklı bir altıncı bölümle kitap son buluyor.


Her kitabın altını çizmem, buna kıyamam. Geri dönüp bir şeyi aramak istediğimde defalarca kez sayfaları karıştırmayı o sırada yeni şeyler keşfetmeyi, unuttuğum kısımları hatırlamayı sevsem de bu çok yorucu ve bazen zaman kaybı olabiliyor. İş bu sebepten ötürü bu kitaba kıydım ve kendimce önemli gördüğüm ve ilgimi çeken kısımların altını çizdim.

‘’Bizi derinden yaralayan olayları hiç anmamak, tümüyle unutmak, daha doğrusu unutmuş gibi davranmak zorundayız yaşamaya devam edebilmek için.’’ kitabın ilk paragrafı bu cümleyle bitiyor.


82 yaşında anılarını yazmaya başlamış Mina Hanım. Belleksiz bir toplum olmamızı önlemek için herkesin anılarını yazmasını yararlı buluyormuş. Ardından bir iz bırakmak hissine kapıldığını da yadsıyamadığını söylüyor.

‘’Tek ölümsüzler sanatçılardır, şairlerdir, yazarlardır, düşünürlerdir. Şimdi ünlü olmasalar bile ileride değerleri anlaşılacaktır. Çamurlu bir su birikintisine, bembayaz, ışıl ışıl ışıldayan çok güzel bir çakıltaşı atmışlardır onlar. Çamurlu sular nasıl olsa bir gün çekilecek, o güzel çakıltaşı gün ışığına çıkacaktır. Büyük yaratıcılar, her zaman yaşayacakları, hiçbir zaman unutulmayacakları için, anılarını yazsalar da olur, yazmasalar da.’’

Mina Hanım’ın beni umutlandırdığını söylemiştim. ‘’O birinci ve tek cumhuriyet gözümüzün önünde kurulmaktaydı. Eğer çalışırsak ve doğru dürüst eğitim görürsek aç biilaç ortalarda kalmayacağımı biliyorduk. Güçlü bir umut içimize öyle derin kökler salmıştı ki, şimdi yaşadığımız toplumsal felaketler, hortlayan gericilik bile, benim gibi dinozorları yıldıramadı.’’ Bu sözlerin sahibi Mina Hanım’ın Türkiye’nin bu günlerini görmediği için mutluyum. O da vefat eden dostları hakkında kitapta aynen böyle yazmıştı. Demek ki giderek karanlığa boğuluyor güzel Cumhuriyet’imiz.

‘’Anılarıma başlarken, her şeyden önce, gençliğin bir mutluluk, yaşlılığın ise bir mutsuzluk dönemi olduğu mitosunu yıkmak istiyorum. Gençliğin mutluluğu, gençlerin kendileri dışında nerdeyse herkesin inandığı koca bir yalandır. Hiçbir gencin, "genç olduğum için aman ne mutluyum" dediği duyulmamıştır. Ama her nedense ihtiyarlar "ah! gençken ne mutluydum!" diyerek kendilerini aldatıp dururlar. Ailesi ve çevresi tarafından az çok korunan bir çocuk, on altı on yedi yaşına varıp, kimliği henüz gelişmeden, kendini savunma mekanizması henüz işlemeye başlamadan; toplumun, insanların, cinselliğin gerçekleriyle ansızın karşı karşıya gelince, nasıl mutlu olabilir ki?’’

‘’İyi ihtiyarlamak için yiğit olmak gerekir.’’ Sloganını benimsediğini söyleyen Mina Hanım, yaşlılıkta hiç sızlanmadığını ve canının istediğine göre yaşadığını belirtiyor. Uzun uzadıya ülkenin nasıl bayağı bir hal aldığını anlattıktan sonra asıl konusuna dönüyor.

‘’Yaşamım boyunca birçok yanılgıya düştüm. Bana çok acı çektiren yanlış işler yaptım. Hiçbirinden pişman değilim; çünkü yapılması gereken yanlışlardı bunlar. O yanlışları ancak yaptıktan sonra onlardan kurtulabilirdim. ‘’

İlk bölümde şair olmadığını belirtiyor araya koyduğu güzel şiirlerini diğer bölümlerde göremiyoruz maalesef.

Dostluğun hiç ihmale gelmediğini, çapraşık ilişikler barındırdığını devamlı onarım gerektirdiğini söylüyor. Devamında uzun uzadıya çok beğendiğim bir paragrafın tamamen altını çizmişim.

‘’Uzun süren mutlu bir dostluk kurmak, uzun süren mutlu bir aşk kurmak kadar güçtür. Behice Boran, ‘’Herkesin aşk acıları vardır; benim dostluk acılarım oldu.’’ derdi. Behice, çok güvenilir, çok vefalı bir dosttu. Ama kendisine belirli bir siyasal yol seçince, eski arkadaşlarının çoğunu yitirmişti. Ben de bazı arkadaşlarımı yitirdim bu yüzden. Bir dostluğun devamı için az çok aynı çizgide fikir birliği olduğu sürece, ayrı kentlerde ya da ayrı ülkelerde yaşamanız, yıllarca birbirinizi görmemeniz dostluğu hiç zedelemez. Buluşur buluşmaz, iletişim yeniden kuruluverir dakikasında. Burnumun dibinde oturan kimi dostlarımdan uzaklaştım da, hariciyeci olduğu için ya Ankara’da ya da yabancı ülkelerde oturan çocukluk arkadaşım Fou (Deli) Celal’den hiç uzaklaşmadım. Yaşamımın son kırk yılını Paris’te geçiren Güzin ile Abidin Dino’dan hiç uzaklaşmadığım gibi. Fikir ayrılıklarından kaynaklanan engeller olmasa bile, bütün insan ilişkileri gibi dostluk ilişkileri de güçtür. İnişler, çıkışlar, uzaklaşmalar, giderek kopmalar olabilir. Bunlar müthiş üzer insanı.’’

Ömrü boyunca burjuvalara atıp tuttuğunu belirten Mina Hanım, burjuva bir aileden gelmenin yararlarını da göz ardı etmediğini söyler. Aldığı eğitimi de oturduğu Mühürdar’daki evini de onlara borçlu olduğunu söyler. Halası çocuksuz ölünce, halasının oturduğu ev, bir dairesi Mina Hanım’ım amcasına bir dairesi Mina Hanım’ın kendisine verilmek üzere apartman haline getirilmiş. Yoldan geçen Aziz Nesin, o sırada deniz manzaralı yeni yapılan apartmana bakıp ‘’ kim bilir hangi talihli pezevenk burada oturacak’’ demiş. Yıllar sonra ‘’demek o talihli pezevenk senmişsin!’’ diyerek çok sevindiğini de söylemiş.

Çocukluk bölümünde herkesçe bilinen Necip Fazıl portresinin gerçeğini gözümüzün önüne koyuyor. Çok şaşırmamakla birlikte bizim memlekette benzeri kişilerin kahraman yaratılmasını hep komik bulmuşumdur.  Necip Fazıl kendisinin çocukluk arkadaşı o yüzden de nasıl bencil biri olduğunu, abartılı yaşamını ve gösteriş merakının canlı şahidi olarak anlatmış. Ayrıca Urgan soy adını almasını tavsiye eden de Necip Fazıl’mış.

‘’1930’lı yılların Necip Fazıl’ı ile 1940’lı yılların Necip Fazıl’ı arasında uzaktan yakından en küçük bir benzerlik yoktur. Bunlar iki ayrı kişidir sanki. Birincisini çocukluğumdan beri çok iyi tanırdım. Annemin bir yakın arkadaşına aşık olduğundan bizim evden çıkmazdı. İkincisini ise hiç görmedim hiç tanımıyorum. Çünkü ben de bütün arkadaşlarım da 1940’tan sonra onunla selamı sabahı kesmiştik. Süper-Mürşit olarak parlak kariyerini hayretler içinde uzaktan izledik ancak.’’

‘’Necip Fazıl, yavaş yavaş değişmedi. Dinle hiç ilgisi yokken ansızın sadece dindar değil dinci oluverdi. O sıralarda duyduğumuza göre bu şaşırtıcı değişimin nedeni tik sorunuymuş; Necip Fazıl’ın bir yüz tiki vardı. Kaşı gözü acayip acayip oynardı ikide birde. Bu biçimsiz tikten kurtulmak için böyle işlerin uzmanı bir şeyhe gitmesini salık vermişler. Şeyh efendi okumuş üflemiş ve ancak bir haftalık bir süre için tikinden kurtarmış onu. İşte ne olduysa o bir hafta içinde olmuş. Bizim bohem şair Necip Fazıl, Süper-Mürşit’e dönüşmüş ansızın.’’ Tüm bunların yanında Necip Fazıl’ın iyi bir şair olduğunu ekleyerek bir şiirden alıntı da yapmış.

Annesi Şefika Hanım, babası Tahsin Nahit ve üvey babası Falih Rıfkı’yı da uzun uzadıya anlatıyor Mina Hanım. Annesi ile hep birlikte oturmuş onunla bir yaşamı paylaşmış. Annesinin köktendinci yobazların asla kabul etmeyecekleri türden bir Müslüman olduğunu söylüyor. Annesine göre İslam, siyasal ve toplumsal bir düzen değil, kendisiyle Tanrısı arasında kutsal bir duyguymuş ve 1950’den sonra İslamın bir oy toplama aracına dönüşmesine de şiddetle karşı çıkmış.  Şefika Hanım’ın herhangi bir eğitimi olmamasına karşın keskin zekasının yanında çok güzel konuştuğunu ve her güzel konuşan kişi diyalog değil monolog sevdiğini belirtiyor. Mina Hanım’a verdiği bir öğüdü ekleyeyim;

‘’Kendi kafasını göstererek, ‘kızım’ dedi, bir kadının namusu belinden aşağında değil, burada kafasındadır. Farz edelim ki, parası olduğu için bir adamla evlendin. Sen namussuz bir kadınsın bunu yaptığın için. O adama bağlı kalsan da onu hiç aldatmasan da gene namussuzsun. Çünkü paraso yüzünden oturuyorsun o adamla. Asıl orospuluk budur. Para uğruna cinsel ilişki kurmaktır asıl orospuluk. Hiç menfaat gütmeden ve başkalarına kötülük etmeden sevgili değiştiren bir kadına ben orospu demem, çapkın kadın derim ancak. Senin çapkın bir kadın olmanı istemem. Ama çıkarını kollayan nikahlı bir kadın olacağına, çapkın bir kadın ol daha iyi.’’

Annesinin böyle ilerici ve aydın kafalı olması sayesinde törelere bağlı tutucu bir toplumda kadın olarak yaşamanın hiçbir ezikliğini hiçbir zaman hissetmedim diyor Mina Hanım. Mustafa Kemal döneminde kadınlara verilen haklardan bahsediyor, Birinci Cumhuriyet’in kadınları ne denli yücelttiğinden demokrat partinin gericiliğe ödünler vermesiyle neler neler olduğundan söz ediyor.

Toplumda kadına, erkeğe biçilen rollere değiniyor. Tanımlara karşı olduğunu açıkça dile getiriyor. ‘’Psikolojik açıdan kadın erkek ayrımını tamamiyle yanlış buluyorum. Çünkü gerçek bir insan, kadınla erkeğin uyumlu bir karışımıdır. Kafa yapısı ve ruhsal yapısıyla salt erkek olan bir kişi, gerçek bir insan sayılamayacağı gibi, kafa yapısı ve ruhsal yapısıyla salt kadın olan bir kişi de gerçek bir insan sayılamaz. Ancak kadınlara özgü bilinen niteliklerle erkeklere özgü bilinen nitelikleri kendi benliklerinde uyumla kaynaştıranlar gerçek insanlardır. Cinsel açıdan değil, ama ruhsal açıdan biraz hermafrodit olmak gerekir, gerçek bir insan sayılabilmek için.’’

‘’Kabahat erkeklerde değil, törelerin ve düzenin bozukluğunda. Erkekler eziliyor ve kendileri ezildikçe, kadınları ezmeye kalkıyorlar. Ezilen kadın da erkekten hıncını almak istiyor. İşverenlerin sömürdüğü erkek, evine gelince, karısını sömürüyor. Kadın da onu sömürmek istiyor. Böylece kadın-erkek ilişkisi, bir sevgi bağı olmaktan çıkıyor, içine hem hinlerin hem de çıkarların karıştığı bir kepazeliğe dönüşüyor, ayrılmalarla sonuçlanıyor.’’

Mina hanım kitabından konudan konuya atlamaktan dert yanmış ve fakat bunu iyi ki yapmış. Yoksa fikirlerinden mahrum kalacaktık.

Babası Tahsin Nahit’e fiziksel açıdan çok benzermiş, Mazhar Osman yıllar sonra Mina Hanım’ı görünce, otuz yıl önce ölen bir gençlik arkadaşım, hanım kılığına girmiş, etrafta dolanıyor, demiş.

Babasından delikanlı babam olarak bahsediyor, o zamanlar tedavisi olmayan bir hastalıktan genç yaşta vefat etmiş. Salah Birsel babasından, bıkmak yorulmaz bir edebiyat tiryakisi olarak bahsediyor. Büyükada’daki Aşıklar Yolu’nun isim babası. Bisikletle de türlü marifetleri olan renkli bir kişilik.

Üvey babası Falih Rıfkı, Cumhuriyet ideallerine tam anlamıyla inanmış bir Kemalist olarak başlamış meslek hayatına, Mustafa Kemal devrimini canla başla savunan bir gazeteciyken, yaşlandıkça idealizmini yitirmiş.

Milli Birlik Komitesi üyelerinden bazıları 27 Mayıs dönemi Falih Rıfkı ile çeşitli profesörlerden bahsederken, Falih Rıfkı onlara sorar, Peki Mina Urgan’ın suçu nedir? Aman efendim o sicilli bir komünisttir, cevabını alınca ansızın parlar. Ayağa fırlayıp şöyle bağırır, ‘’O komünist falan değil! Bu rezil memlekette hala sosyal adalete ve gerçek eşitliğe inanan bir budaladır! Benden daha mı iyi bileceksiniz? Benim kızımdır o!’’ Babasına duyduğu gönül borcunu sıkça dile getirmiş Mina Hanım. Onu çokça kez koruyup kollamış.

Çocukluk dönemini acayip olarak anıyor. Kime sorduysa çok acayiptin yanıtını almış. Neredeyse bir erkek çocuk gibi kılık takınıyormuş. Çok kitap okuduğunu söylüyor. Az ömrü kaldığı için artık çok özenle kitap seçtiğini de belirtiyor. Başladığı kitabı kötü de olsa bitirmek huyundan Fethi Naci’nin bir sözü sayesinde kurtulmuş: ‘’Karpuzu kestin. Baktın ki kabak. Gene de zorla yiyecek misin o karpuzu?’’ Bu okumaları sayesinde çokça yazara hakim olmuş. Bir gün evlerine misafir gelen Yahya Kemal’i bir kitaptan alıntı yapmakla suçlamış çocuk acayipliğiyle. Bir şaire meydan okumuş çocuk yüreğiyle. Şimdi olsa yapamam diyor.

Gençliğinin İstanbul’u anlatıyor uzun uzun, yazamıyorum yüreğim el vermiyor. Bir İstanbul sevdalısı ben o güzelim İstanbul’u o güzelim haliyle hiç göremeyeceğim de ondan. O eski Rum Meyhaneleri’nden uzun uzun bahsediyor. Mustafa Kemal’i görmesini, çocuk Mina ile dans etme anısını anlatıyor. Mustafa Kemal’in renkli kişiliğinden daha sonraları onu İstanbul’da halkın arasından gördüğünden söz ediyor. Annesi Latife Hanım’ın arkadaşı babası Atatürk’ün arkadaşı olunca ister istemez olayların içinde doğmuş oluyor insan. Atatürk’ün cenazesini anlatan o duygulandırıcı yazısıyla kitabın ikinci bölümü de son buluyor.

Mina hanım, size yüksek kazanç sağlayacak bölümü değil sevdiğiniz bölümü seçin diyor, ömrünüz boyunca sevmediğiniz bir işte çalışmanın sizi ne kadar mutsuz edeceğini, hayatınızı nasıl zehir edeceğini sakın unutmayın diye de ekliyor. Her ay bana gene para verdiler diye hayret edermiş Mina Hanım. Çünkü salt zevk için yaptığı bir iş, ekmek parasını da dağlıyormuş. Böyle bir mutluluğunun yeryüzünde kaç kişiye nasip olduğunu bilemem diyor.

1935-1939 yılları arasında yükseköğrenimi gördüğü için dünya siyasetine de fazlasıyla hakim. Nazi zulmünden kaçan hocaları Türkiye’ye çağırmak, Mustafa Kemal’in yaptığı en doğru işlerden birisidir diyor. Prof. Eric Auerbach’dan mezun olana kadar ders almış. Onunla çokça anısına kitapta yer vermiş. Prof. Leo Spitzer ise başka bir örnek.


Öğretmenlik tutkusuyla tiyatro tutkusunun da kendisinde bir arada gittiğini söylüyor. Muhsin Ertuğrul’dan onun Türkiye’ye yerleştirdiği kültürden söz ediyor. Öyle ki seyircileri kontrolden geçirir, yedikleri çekirdekleri, leblebileri nezaketle ellerinden alırmış. Perde saati konusunda oldukça hassasmış ve Mustafa Kemal geç geldiği gün dahi kapılar kapatılmış ve oyun başlamış. Tiyatronun kendisi açısından bir söz sanatı olduğunu söylüyor. Ben de bu fikre katılıyor devasa prodüksiyonlarla katledilen çok güzel metinlere üzülüyorum.

İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde Fransız Hükümeti’nin verdiği doktora bursuyla Paris’e gitmiş ne Naziler şehre girmeden hemen önce şehirden ayrılmış. Üçüncü bölümde üniversite yılları ile bitiyor.

Geldik en sevdiğim bölüme, ‘’Gençliğimde Tanıdığım Bazı Kişiler’’

Bu kısımda sırasıyla Halide Edip, Namık İsmail, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Behice Boran, Aziz Nesin, Abidin Dino, Arif Dino, Neyzen Tevfik, Sait Faik, Sabahattin Eyüboğlu, Nazım Hikmet yer alıyor.  Açıkçası hepsi hakkında fikir sahibi olduğum, bilmediğim yanlarını öğrendiğim çok güzel bir bölümdü. Ellerime sunulmuş bir armağan niteliği tanışıyordu.

Halide Hanım, milli mücalede yıllarından bildiğimiz bir isim. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin ‘’Dekaniçe’’si. Mina Hanım, Halide Hanım ile ilişkilerinin çapraşık olduğunu ifade ediyor. Onun pike uçuşla İsmet Paşa tarafından bölüme geldiğini belirli bir eğitime tabi olmadan geldiğini anlatıyor. Bunun yanı sıra onu çokça koruyup kolladığını söylüyor. Halide Hanım’ın erkekleri boyunduruk altına almak istediğini onlara egemen olmak istediğini bahsediyor. Bunu Mustafa Kemal’e yapamadığı için aralarının bozulduğunu söylüyor.

Bu bölümde Ahmet Haşim’i ne denli tuttuğunu Yahya Kemal’i de ne denli diğerlerinden ayırdığını görebilirsiniz. Behice Boran içinse Mina Hanım’a teşekkürler etmeliyim. Solu ilk ve tek birleştiren kişi Behice Boran. Mina Hanım’ın çocukluktan beri dostu. Arkadaşım Behice Boran diye uzun bir yazı var kitabın içinde.

Aziz Nesin’i ve vakfına dair detaylı bilgileri de göreceksiniz. Devamında çok bilinen Abidin Dino ve gözlerden uzak kardeşi Arif Dino hakkında bilinmedik şeyler öğrenebilirsiniz. Sait Faik’in şahsi yaşantısını anlatmış iyice yaşlanmadan ölmesinin ise ona acı verdiğini yazmış.

Huzur içinde anımsadığı bir başka isimse Sabahattin Eyüboğlu. Ona dair bahsettikleri onun öğrencilerine sevecen bir yaklaşımda olduğun, kişiliğinden kaynaklanan karizması olduğun ve otoritesi. Oğuz Atay ve Nazım Hikmet bahsiyle bu bölüm tamamlanıyor. Oğuz Atay için dedikleri kitabın arka kapak yazısı olmuş. Onları anlatması uzaktan değil birebir yaşadıkları anıları, ilginç olan da bu.

Neredeyse kitaplardan tanıdığımız bizim için sembol olan isimler Mina Hanım’la birebir arkadaş, beraber paylaşımda bulundukları kişi. Gezdikleri, eğlendikleri bir isim. Onun için bu bölümü diğerlerinden ayırdım ve sürprizi bozulmasın diye çokça alıntı yapmadan tamamladım.

Gelelim son bölüme, ‘’Siyasal’’

Türkiye’nin her şerefli bireyinin, onurunu satmayan vatandaşının, aydınının başına geldiği gibi Mina Hanım’da düzenden nasibini almış fakat kendini tanımlarken düşlediği sosyalizm için çokça bedeller ödeyen arkadaşlarının yanı sıra bir şeyler yapamadığını söylüyor. Bildiri imzalamak, cezaevlerine ziyarete gitmek, mahkemelere gitmek, yardım etmek görevlerini üstlendiğini söylüyor. Çeşitli partilerin de kurucu üyesi olmuş. Siyasi gelişmeleri tam okuyamadığını belirtiyor. Bu bölümde akademi yıllarından seksen darbesi sonrasına değin ufak tefek gözaltı tecrübelerini, arkadaşlarının tutukluluk hikayelerini, bir takım cezaevi anılarını okuyabilirsiniz. İçiniz burkulacaktır. Maalesef ülkemizde hiçbir şey değişmiyor.

‘’Solculuğum nasıl artmasın ki? Ben çocukluğumu ve gençliğimi, 1950’den önce, yoksul ama onurlu bir Türkiye’de yaşadım. Memleketim o sıralarda yabancılardan yardım beklemeyen bağımsız ve haysiyetli bir ülkeydi. Milli gelirin dağılmasında şimdiki akıllara sığmaz uçurumlar yoktu. Ne büyük servetler vardı ne de korkunç yoksulluklar.’’

Demokrat parti hükümetinin Türkiye’nin nasıl altını oyduğunu, ekonomik zorluklar baş gösterince nasıl milli bir masal uydurduğunu, 6-7 Eylül olaylarını görüp görebildiklerini uzun uzun anlatıyor bu bölümde.

’Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım?’’

‘’Ütopyalara gerçekten de inananlardanım ben. Şu son yüzyılda, düş gücü açısından en çılgın bilimkurgu yazarlarının bile aklının alamayacağı yenilikler icat edildiğini düşünürsek, ütopyalara inanmamanın bir yolu var mı? Bu ütopyalar teknoloji ve elektronik alanındaydı şimdiye değin. Ama siyasal, toplumsal ve ekonomik alanlarda ütopyalar neden gerçeğe dönüşmesin günün birinde?’’

147’lik oluşuna, 27 Mayıs’a, yalnız bir ay süren mutluluğuna değiniyor. Yurtsever ve milliyetçilik kavramlarının farkını anlatıyor. Ben yurtseverim diyor.

Çokça dikkatimi çeken Struma Gemisi hadisesi de ayrıca başlı başına bir konu.

Son olarak aydınlar grevine değiniyor. Beş ihtiyarın yaptığı grev olarak tanımlamış. Mehmet Ali Aybar, Aziz Nesin, Rasih Nuri İleri, Emil Galip Sandalcı ve Mina Urgan. Hepsinin 65 yaş üstünde olması ve çeşitli rahatsızlıklarının olması ortak noktaları. Bu 48 saat süren simgesel açlık grevi yurt dışında ses getirmiş. Cezaevlerine yayılan açlık grevi olaylarını simgesel olarak paylaşmak için yapmışlar.


Kitabın Son Söz bölümünde tüm yazdıklarını el yazısıyla yazdığını daha sonra temize çektiğini söylüyor. Son aşaması ise daktiloya çekmekmiş. Emektar Remington daktilosuyla işe koyulduğu sırada bir sigara yakmak niyetiyle ayağa kalkmış, ayağı kilime takıldığı için sırt üstü yere düşmüş ve kaburga kemiklerini kırmış. Çoğu alışkanlığını bırakmak zorunda kalmış nihayet ağrıları dayanılır hale gelince de kitabı tamamlamış. Sekseninden sonra yaşamayı ayıp saymış çevresinde ölen gençleri gördükçe. Şu sözlerle bitiriyor efsane kitabını,

‘’Bu dinozorun anlatmak istediği daha başka şeyler de var. Ömrü vefa ederse, fazla uzun yaşamanın ayıbına katlanabilirse bakarsınız onları da yazar günün birinde. Yani bu son söz, gerçekten bir son söz değildir belki de.’’

Mina Hanım’ın bu efsane kitabını tekrar tekrar açmak üzere kapadım. Sırada ‘’Bir Dinozorun Gezileri’’ var. Aslında sırada bir sürü kitap var ve fakat Bir Dinozorun Gezileri bir an önce sipariş edilecek ve okunulacak...

Sonuç olarak bu kitabı alın, okuyun, Mina Hanım gibi insanları tanıyın, onların dünya görüşünü bilin, hayata biraz da o pencerelerden bakın. Mustafa Kemal Paşa ile vals yapan, Büyükada'da sürgünde olan Troçki'yi gören, Nazım Hikmet'le sohbet edip, Sait Faik ile rakı içen kadın, Teşekkürler Dinozor Kadın!


***
Siz bu kitabı ve Mina Hanım'ı bir de İlhan Selçuk'tan okuyun...

Yorumlar

Popüler Yayınlar